Angela & Michael

Posted by Malkavian On 13 Temmuz 2010 Salı 5 Kişi Düşüncesini Belirtti

Angela & Michael
Bölüm I
Angela

Kulağını inletircesine çalan alarmın sesiyle uyandığı gibi yatağının ucunda duran pembe terliklerini çalar saate atması bir oldu. Yataktan gözleri kapalı bir şekilde adeta zombi gibi yürüyerek önce beyaz uzun sabahlığını giyindi. Sonra da fırlattığı terliğini bulmak için sağ gözünü hafifçe araladı. Terlikleri giyer giymez saatin çok geç olduğunu fark ettiği için banyoya doğru koşturdu. Aceleyle dişlerini fırçalayıp, saçlarını gelişigüzel arkadan topladı. Odasında bulunan tek koltuğun üzerine çıkarmış olduğu dünden kalma kot pantolonunu ve dar bluzunu giydi ve dış kapının önünde aceleyle ayakkabılarını bağlamaya koyuldu. Saatini kontrol etti. İlk derse geç kalmıştı bile… Kapıyı açıp elindeki defter ve kitaplar ile hemen asansöre yönelmek niyetindeydi ki Michael ile çarpıştı.

Michael her zaman saçlarını dağınık bırakan ve her zaman hayata karşı umursamazmış gibi davranan gördüğü en rahat insanlardan biriydi. Uzun boylu, beyaz tenli ve siyah saçlı normal kiloda bir çocuktu işte. Tabii ki her zaman saçma sapan şeylerden bir koleksiyon oluşturup üzerine geçirmesi ve bunları kendine yakıştırmasını saymazsak. ‘Bu çocuk benim pembeler ve beyazlarla dolu dolabımı bile kurcalasa kendini inanılmaz erkeksi ve aynı zamanda da yakışıklı gösterecek bir şeyler bulabilir ‘ diye düşünürdü hep Angela. Michael her zamanki kibarlığı ve atikliği ile yerdeki defter yığınına ilk davranan oldu.  Daha Angela ne olduğunu anlayamadan eline düşürmeden önceki sırası ile dizilmiş defterlerini ve kitaplarını tutuşturan çocuğa tekrardan bakakaldı. Uzun zaman olmuştu. Neredeyse 6 yıldır Michael onun en yakın arkadaşıydı ve son 2 senedir de komşusuydu. Michael gülümsedi ve bir el işareti ile Angela’ yı önden gitmesi için teşvik etti. Asansöre bindiklerinde Michael nedense derin bir nefes verdi. Hep böyle yapıyordu aslında Angela şimdi fark etmişti. Garip zamanlarda garip tepkileri vardı arkadaşının. Asansöre binmeden hemen önce etrafı iyice koklamıştı. Ne garip çocuktu aslında. Bazen iki hafta evinden, hatta odasından dışarıya adımını atmaz fakat iki hafta sonra ilk çıktığı gün, sanki o kendini eve kapatan, insanlardan kendini dışlayan çocuk değilmiş gibi, o bar senin bu bar benim gezer ve hiç bir şey olmamış gibi eğlenirdi. Güncel haberlere asla uzak kalmazdı ve okulda çıkan son dedikoduları nasıl oluyorsa evinde geçirdiği iki haftanın sonunda bile şaşırmadan karşılardı.

‘Neden her asansöre binişimizde derin bir nefes veriyorsun? İnsanlar genelde asansörden inince bunu yapar diye biliyorum ben.’ dedi Angela her zamanki araştırmacı ses tonu ile.

‘Öyle mi? Hiç farkında değilim’ dedi Michael her zamanki umursamazlığı ile elinin tersini sallayarak, saçma bir düşünceyi savar gibi yaptı. ‘İşte geldik. Önden buyurmaz mıydınız hanımefendi? ’ diyerek ufak bir reverans yaptı.

Angela gülümsedi ‘ Ah çok naziksiniz beyefendi ama ilk derse geç kaldık farkında değilsiniz galiba.’

‘Aksine o kadar farkındayım ki John’ dan benim ve senin yerine yoklamaya imza atmasını istedim bile. Eee kahvaltıyı nerde yapmak istersin. Kurt gibi acıktım ve ilk 3 derse girmek zorunda bile değiliz artık’

Angela tekrar gülümsedi. Hep bir adım önde diye düşünmekten kendini alamadı. Yanından geçtikleri bir fast food lokantasına doğru yönelmeye başladı ama Michael onu omzundan tuttu ve yönünü zorla değiştirdi. ‘Sabah sabah böyle şeyler yememelisin. Daha sağlıklı bir yerler seç lütfen’ dedi ve kızı elinden tutup çekiştirerek açık büfe bir salatacının önüne götürdü. Neredeyse bunu yaparken telaşlı görünüyordu. Dükkana girmeden önce sağına ve soluna tekrar tekrar baktı. Etrafı iyice kokladı ve sonra bir masa seçip oturdu. Angela arkadaşının bu davranışlarına alışmıştı ve itiraz etmeden masaya oturdu. Michael’in iki tepeleme doldurduğu salata tabağı ile kendisine doğru gelişini keyifle izledi. Yaklaşık bir saatlerini kahvaltı yaptıkları mekanda kahkahalar atarak geçirdiler. Michael eğer havasındaysa her zaman onu gözlerinden yaşlar gelene kadar güldürürdü. Eğer değilse Michael’ı da çevresindekileri de güldürmenin hiçbir yolu yoktu.

İlk üç dersin bitimine az bir süre kala okula vardılar ve kalan derslerine girdiler. Ders çıkışında Angela yurt dışından yeni gelen bir çocukla konuşuyordu ve Michael birden tepelerinde bitiverdi.

‘Akşam ne yapıyoruz Angela? Bir yerlere eğlenmeye gidelim mi?’dedi Michael umutla. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı.

‘Süper fikir. Charles sen de gelmek ister misin? Hem bu gece bir şeyler içip biraz etrafı gezdiririz sana.’ Dedi Angela yeni insanlarla tanışmaktan hep inanılmaz keyif almıştı.

Michael bariz bir şekilde suratını buruşturdu ve kimseyi inandırmayacak bir ses tonu ile
‘Evet. Aramıza katılmanı gerçekten çok isteriz’ dedi.

Charles ‘ Çok isterim akşam 8 gibi işlerim bitiyor. Sizi cep telefonundan arayıp haberdar ederim.’ dedikten sonra gülümseyerek anfiden dışarı çıktı.

Daha Michael ağzını açamadan Angela ona doğru dönüp ‘ Bir kere de yeni tanıştığımız insanlara karşı bu kadar kaba olmasan ne olur sanki?’

‘Bir kere de yeni insanlarla tanışmasan da hali hazırda bulunan arkadaşlarımızı eğlenceye katsan ne olursa ondan olur canım.’ diye cevabı yapıştırdı Michael hemen.

 ‘Akşam 8 de görüşürüz Michael bazen çocuk gibi davranıyorsun.’

Michael derin bir iç çekti. ‘ Evet sanırım öyle davranıyorum ama yine de beni çok seviyorsun değil mi?’ dedi ve muzipçe sarıldı. Angela sarılmanın etkisi ile yumuşamıştı bile. ‘Şebek…akşam görüşürüz’ dedi ve o da anfiyi terk etti.

----0----

Akşamki buluşmaları çok eğlenceliydi. Evde oturup vişne-votkalarını içmişler, ardından Angela’nın yeni aldığı karaoke oyunu ile kahkahalar doruk noktasına çıkmıştı. Taa ki gece boyu yapmacık gülüşlerle eğlenip Charles’ı süzen Michael  ‘Artık bu kadarı fazla!’ diyerek Charles’a okkalı bir yumruk sallayana kadar. Angela gördüklerine inanamıyordu. Sinirden kudurmuş gibi Charles’ın üzerine yürüyen ve birbiri ardına yumruklarını sıralayan Michael durmak bilmiyordu. Her yumrukta adamın suratından daha da fazla kan geliyordu ama Charles hiç bir şey olmamış gibi kendi yumruklarını savuruyordu. Gözlerinin önünde ölümüne dövüşen iki adam da kanlar içinde kalmıştı. Bu kadar vahşi bir kavgada beyaz halısının üzerinde nasıl olup da bir damla kızıllık olmadığını merak edecek dikkati toplayamamıştı tabi ki Angela. ‘Lanet olasıca defol git buradan!’ diyen Michael son bir yumruk salladı ve Charles koşarak evin kapısına çarptı. Sersemlemiş gibi kafasını sağa sola salladıktan sonra neredeyse ışık hızıyla evden çıkıp kapıyı sertçe arkasından kapattı. Michael gördüğü vahşet karşısında gözyaşlarını tutamayan Angela’nın yanına doğru seğirtti ve sanki suratında ve vücudunun muhtelif yerlerinde yaraları olan o değilmiş gibi ‘Sen iyi misin? Sana bir şey yapmadı değil mi?’ dedi. Angela çıldırmak üzereydi ve gözlerinden yaşlar istemsizce akıyordu. ‘Bunca yıldır neden bana söylemedin?’ dedi hıçkırıklarının arasından.
Michael şaşırmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Sonunda onu gerçekten anlamış mıydı Angela? Ağzını açıp tek kelime bile edemedi. Heyecandan titriyordu.

Angela gözlerindeki yaşları elinin tersi ile silerek gülümsemeye çalıştı. ‘Bana aşık olduğunu neden daha önce söylemedin Michael?’

Michael’in aldığı onlarca yumrukla bir nebze bile etkilenmeyen duruşu sarsıldı ve omuzları bir anda düştü. Elini alnına götürdü ve ‘Hayır.. Bu olamaz…’ dedi, kendini yere bırakırken.


-----0-----

Angela & Michael
Bölüm II
Michael

Dünyaya kalın bir sis perdesinin arkasından bakan siz insanlara bazen acıyorum. Hep mi böyleydiniz yoksa sonradan mı bu büyük inkarı seçtiniz bilmiyorum, ama yüzyıllardır benim gördüklerim –yani gerçekler- sizin gözleriniz önünde çarpıtılmış birer Polyanna hikayesine dönüşüyor.


Saçlarım her zamanki gibi dağınık ve yine dolabımda duran kıyafet benzeri kalitesiz şeylerden bir koleksiyonu üzerime geçirmiş vaziyette, kapımın önünde tam yarım saattir bekliyorum. Angela sanırım uyuya kaldı. Normalde benim durumumdaki biri bu gecikmeden endişelenirdi ama ben bunun önemsiz bir geç kalkma sorunu olduğunu bilecek kadar Angela’ yı tanıyorum.

Cep Telefonumu çıkarıp hemen ortak arkadaşımız olan John’un numarasını çevirdim. ‘’ Selam. Nasılsın?... Eee senden bir iyilik isteyecektim. Ben ve Angela biraz geç kalktık. İlk derslere gelemeyeceğiz bizim yerimize yoklama kağıdını imzalar mısın? .... Çok teşekkürler sana bir yemek borcum var.’’ Telefonumu kapatıp cebime attım. O sırada Angela’ nın oturduğu dairenin kapısı hızla açıldı. Angela her zamankinden dağınık bir şekilde geç kalmanın telaşı kıyafetlerindeki her bir zerresinden yansıyarak bana tosladı. Hemen yere eğilip dağılan kitaplarını topladım ve ona çaktırmadan bir güzel kokladım. Behh… Yine o güzel parfümü sürmüştü. Bunun neresi kötü diyebilirsiniz. Size şöyle açıklamaya çalışayım. Diyelim ki sessiz bir sahilde, en ufak böceklerin bile çıkardığı sesleri duymak amaçlı dikkat kesilmiş bir yandan da dalgaların sesini dinliyorsunuz. İşte tam bu anda 1 metre ötenize bir yolcu uçağı düşse çıkan ses sizi nasıl rahatsız ederse işte bu koku da beni öyle rahatsız etti.  Bu parfüm aynı zamanda tehlike olup olmadığını kontrol etmemi de engelliyordu. Defter ve kitapları düşmeden önceki sırası ile Angela’ ya uzatırken gülümsedim. Asansörün kapısını açıp önden onu buyur etmeden önce asansörü birkaç kez koklayarak kontrol ettim. Tehlike yok gibiydi.

Asansöre girdiğimize derin bir nefes aldım. Ufak iblisciklerin nerden çıkacakları son zamanlarda gerçekten belli olmuyor. Neyse ki bu asansörü koruma alanıma dahil edeli uzun zaman oluyordu. Halatları gümüş tellerle örülü üzerlerine kutsal su dökülmüş titanyum kaplama bir asansör şimdilik yeterliydi güvenlik açısından. Angela bana gülümseyip nefes verip rahatlamam ile ilgili bir soru sordu. Umursamadan geçiştirdim şimdi onu korumak gibi daha önemli işlerim vardı. Sizin o kör gözlerinizle baktığınız dünya, aslında gerçekten tehlikeli bir yer ve Angela sandığınız sıradan bir geçten daha kırılgan.

Her neyse 14. yüzyıllardan kalma saçma bir alışkanlıkla düşüncelere dalmış aklım reverans yapan bedenime engel olamadı. Eh herneyse kibar birkaç söz ve bir gülümseme ile işi espiriye vurdum ve Angela’nın ders ile ilgili sorduğu soruya

‘Aksine o kadar farkındayım ki John’ dan benim ve senin yerine yoklamaya imza atmasını istedim bile. Eee kahvaltıyı nerde yapmak istersin. Kurt gibi acıktım ve ilk 3 derse girmek zorunda bile değiliz artık’ dedim ve onu dışarıya çıkması için teşvik ettim. Her zaman söylerim. Dünayda bir üniversite kadar tehlikeli yer yoktur. Bu yüzden Angela’ya kahvaltı teklifinde bulunmuştum. Ama o her zamanki parlak yeme odaklanmış bir balık gibi saçma bir fast food dükkanına doğru ilerlemeye başladı.

Kasada duran şirin kız görünümündeki çalışanın, benim algısı yüksek gözlerimle bakıldığında sivri dişlerinden yeşil asitler akan, kocaman sarı gözlere sahip küçük bir iblis olduğunu bilse eminim şoka girerdi. Onu nazikçe ve şakayla karışık omuzlarından tuttum ve güvenli olduğunu bildiğim açık büfe bir salata restoranına doğru çekiştirdim.
‘Sabah sabah böyle şeyler yememelisin. Daha sağlıklı bir yerler seç lütfen’ dedim ve gülümseyerek iki tabağı da ağzına kadar sağlıklı olduğunu sandığım yemeklerle doldurdum. Aslında neyin sağlıklı olup olmadığını anlama konusunda biraz zayıfım. Sonuçta yemek yemeye ihtiyacım yok.

Vaktimizin çoğunu konuşarak ve kahkaha atarak geçirirken etrafı düzenli aralıklarla kokladım ve bir sorun olup olmadığını kontrol ettim. Bugüne güzel başlamıştık. Şimdilik bir tehlike yok gibiydi. Bu durum benim keyfimi oldukça arttırdı ve esprileri ardı arkasına patlattım. Angela gülümsediğinde yanaklarında oluşan gamzelere bayılıyordum.

Güzel geçirdiğimiz vakitler çabuk geçti ve o iblis yuvası olan üniversiteye dönmek zorunda kaldık. Sadece tek bir dersi Angela’dan farklı alıyordum ve o yine gidip benim tanımadığım önceden kontrol etmediğim biriyle tanışmayı başarmıştı bile. Bu kızın tehlikeye atılmaktaki bu başarısı gerçekten inanılmazdı. Karşısında duran yakışıklı adamı gözlerimle inceledim pek bir sorunu yok gibi duruyordu. Tam zararsız ve nezaketen yapılan bir konuşma olduğunu düşünmeye başlamıştım ki Angela birden Charles adındaki adamı bizimle eğlenmeye davet etti.

‘Evet. Aramıza katılmanı gerçekten çok isteriz’ dedim istemeyerek de olsa.

Charles ‘ Çok isterim akşam 8 gibi işlerim bitiyor. Sizi cep telefonundan arayıp haberdar ederim.’ dedikten sonra gülümseyerek anfiden dışarı çıktı.

Bu çocuğun gülümsemesinde bir şeyler vardı ama tam olarak çözemiyordum. Aklımın bir köşesine bu Charles denen adama karşı dikkatli olacağıma dair not düştüm.

‘ Bir kere de yeni tanıştığımız insanlara karşı bu kadar kaba olmasan ne olur sanki?’ dedi Angela biraz sinirlenerek.

Üniversite yıllarında okuyan bir genç ne cevap verirse ona benzer bir cevap verdim ve onun gönlünü almak için şakayla karışık ‘ Evet sanırım öyle davranıyorum ama yine de beni çok seviyorsun değil mi?’ dedim ve ona sarıldım. İşte oradaydılar. Yine o inanılmaz gamzelerini bana bahşetmişti.

-----0-----

Akşam buluştuğumuzda içkilerimizi içip Angela’nın yeni almış olduğu karaoke oyununda oldukça eğlendik. Charles çok da sevimsiz bir tip değildi ve kısa zamanda bize ayak uydurdu. Fakat hala içimi gıcıklayan bir his vardı ona karşı. Pes ettim ve ne olur ne olmaz diyerek Angela’nın buzdolabına doğru seğirttim ve daha önceden gerekirse diye koyduğum ufak büyülü bir karışımı el yordamıyla dolabın arkasından çıkardım. Gerekli sözleri söyledim ve Charles’a doğru karışımın üzerinden çıkan dumanları üfledim. İşte ne olduysa bundan sonra oldu.

Charles daha karışımın dumanları üzerine gelmeden atik bir hareketle masadan kalktı ama yine de geç kalmıştı. Koluna değen koku bulutunun tek zerresi ile üzerindeki sahte görünüm eriyip giderken ortaya uzun tırnakları olan, 2 metre boyunda, sivri dişleri ağzından çenesine kadar uzanan, kapkara parlak derili bir üst düzey iblis ortaya çıktı.

Telepatik olarak ona ‘Buradan sessizce uzaklaş ve seni öldürmeyim pis yaratık’ dedim.

Dişlerinin gerisinde kalan dudakları yukarı doğru kıvrıldı ve aynı şekilde bana ‘Ben bildiğin o aptal iblislerden değilim Michael ve buraya bir görev için gönderildim. Senin aşık olduğun bu ufaklığı ait olduğu yere göndermek için’ dedi ve uzun tırnaklı ellerini Angela’ya doğru uzattı.

‘Artık bu kadarı fazla!’ dedim bağırarak.  ‘Ainor kan du tia amen!’ büyülü sözleri büyük ve sert vurgularla söylerken görüntü değiştirme büyümün eriyip, sırtımdan kanatlarımın çıktığını ve omzuma asılı duran iki elli büyük kılıcımın tenimde bıraktığı soğukluğu hissettim.



Anında ileri atılıp önümdeki yaratığın Angela’ya doğru uzattığı pis elini uzaklaştırdım. Yumruk üzerine yumruk atıp odanın gerisine doğru ittirdim onu ve Angela ile arasına girdim. Yaratık sakince gülümseyip kendi kocaman bir sarkıta benzeyen kılıcını çekti ve bana doğru hamlede bulundu. Eh başka çarem kalmamıştı o ünlü kılıcımı çekip nefretle saldırdım.

Biraz bu şekilde dövüşünce ikimiz de anladık ki eşit güçlere sahip yaratıklardık ve ikimiz de kılıç kullanma konusunda iyiydik ve bu genelde oldukça uzun savaşlara sahne olurdu. Ama bu iblisin bilmediği bir şey vardı. Ben onun aksine Gülünce suratında gamzeler açan, sabahları geç kalkıp darmadağın topladığı saçlarıyla gönlümü fetheden Angela’ yı koruyordum. Kılıcımı hızla sallayıp beni Angela’dan ayırabileceğini düşünen bu salak iblise büyük bir güçle saldırdım. Omzuna ve göğsüne kutsal suda dövülmüş kılıcım ile büyük yaralar açtı. Her yarayı alışında büyük ve iğrenç bir tıslama ile asit dökülmüş gibi yanan bedenini acı spazmları kavurdu.

. ‘Lanet olasıca defol git buradan!’ dedim bağırarak ve iblis sendeleyerek daireyi terk etti.

Durum çok kötüydü. İnsanların o körü körüne inandıkları doğrulara güvenerek bu dövüşü onun gözünün önünde yapmıştım. Varlığımıza inanmayan ve dünyayı sadece görmek istedikleri gibi gören Angela’nın bu sahneyi de görmemiş olmasını deli gibi istiyordum. Bir yanım da; artık beni olduğum gibi görüp, aptal davranışlarımın aslında aptalca değil de sırf onun için olduğunu anlamasını istiyordu.

. ‘Bunca yıldır neden bana söylemedin?’ dedi hıçkırıklarının arasından.

Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibiydi. Görmüştü! Sonunda beni görmüştü. Ne olduğumu, neler yapabileceğimi ve onun için neler hissettiğimi… Kelimeler boğazımda düğümlendi ve hiçbirşey söyleyemedim.

‘Bana aşık olduğunu neden daha önce söylemedin Michael?’ dedi Angela suratında aptal bir gülümseme ile.

‘Hayır.. Bu olamaz…’ dedim, kendimi yere bırakırken. O saf ve bir o kadar da kör gözleri benim iblisle dövüşümü görmemişti. O sadece karşısında kıskançlıkla kavga eden iki kişi görmüştü. Sarsılmıştım ve yere kendimi çok güçsüz bırakmış olmalıyım.

Bana dönüp : ‘Hadi biraz dışarı çıkıp hava alalım’ dedi ve kapıya doğru elimi tutarak ilerledi.

Boş ve aptal bakışlarla ne diyorsa yaptım. Dışarıda duran taş banka oturduk ve ben oturur oturmaz başımı ellerimin arasına aldım. Eh dedim kendi kendime benim kim olduğumu bilmese de onu sevdiğimi biliyor en azından…

Angela oturduğu yerden hafifçe kıpırdandı ve kucağıma oturup kafamı elleri arasına aldı. Gözlerimin içine bakıp gamzelerini tekrar bana bahşetti ve birden beni dudaklarımdan öptü…

Bunca güç ve yetenek ile dolup taşan bedenim şahlandı ve hiç tatmadığı yepyeni bir dünyaya açıldı.
-----SON-----

Denge V. Bölüm Çıktı...

Posted by Malkavian On 11 Temmuz 2010 Pazar 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Yaşam ve ölüm kadar keskin olmayan, ışık ile karanlık arasında savaşanlar, düşmeyen ve uçmayan sadece dengede kalanların dünyası...

Denge adlı hikayemin 5. bölümünü eklemiş bulunmaktayım herkese iyi okumalar.

Denge isimli başlığın alt tarafına hikayenin kaldığı yerden eklenmiştir.

Durduğum Yerden Dünyaya Baktım...

Posted by Malkavian On 7 Temmuz 2010 Çarşamba 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Durduğum yerden dünyaya baktım… Eğer iyi ile kötü arasında bir sınır olsaydı, ben tam o sınırda oturmuş ne tarafa ait olduğumu düşünüyor olurdum sanırım. Aslına bakarsanız bu olunabilecek en kötü durumdur. Önünde iki yol varsa yapabileceğin en kötü şey durup iki tarafa da gitmemektir. Bir yerden sonra o kadar kendini kaptırırsın ki herhangi birine gidemeyecek kadar paranoyaklaşırsın. Birini seçtiğin an yürümeye başlar ve ‘Ya diğerini seçseydim’ dersin her adımda. Hayatta herkes bir amaca ulaşmak, doğru olanı yapmak zorunda mıdır? Bir insan güzel ama hiç kimseye faydası olmayan bir yaşam yaşadıysa bu yaşam harcanmış mıdır? Kendiniz harcamasanız bile sizi harcamak isteyen birçok insan var hayatta.Hem de ne yaptıklarının farkında bile olmadan. Diyelim ki dünyanın en zeki insanısınız ve her konuda bilginiz var. Ama yine de siz bir salağın gözünde, ancak salak olabilirsiniz. Çünkü onun kapasitesi o kadardır. Siz 100 de olsanız, kapasitesi 5 olan bir insan için siz 5 sinizdir başka bir şey değil. Oysa ki siz 20 ye bile razısınızdır. Her seferinde değişen ben miydim yoksa dünya mı bilmem ama gereğinden fazla kendime ‘Neden?’ sorusunu sordum ve her seferinde farklı bir yanıt aldım. Merak ediyorsanız söyleyeyim sonucunda en iyi cevap koca bir ‘Çünkü’ ve noktadan ibaret.

DENGE

Posted by Malkavian On 6 Temmuz 2010 Salı 6 Kişi Düşüncesini Belirtti

DENGE
Giriş

Yaşam ve ölüm kadar keskin olmayan, ışık ile karanlık arasında savaşanlar, düşmeyen ve uçmayan sadece dengede kalanların dünyası...

Donuk, resmi ve tek düze fakat her kelimesiyle etrafa güç kıvılcımları saçan bir sesle ‘Emredin kraliçem’ dedi adam tek dizinin üzerinde mükemmel bir denge ile eğilirken ve sabırla bekledi. Kraliçesinin konuşmasını o kadar kıpırtısız bekliyordu ki dışarıdan bakan birisi onun bir heykel olup olmadığı konusunda asla emin olamazdı. Bir şekilde göğsünü bile oynatmadan nefes alıyordu ya da tüm bu zaman boyunca nefesini tutuyordu. Kraliçem dediği kadın inanılmaz derece düzgün fiziğe sahipti ve vücudunun kıvrımlarını göstermekten zevk alırcasına omuzlarından aşağı sallanan beyaz incecik bir kumaşı sade görünen fakat yakından bakıldığında binlerce detaylı motife sahip olan gümüşten bir kemerle tutturmuştu. Kadın konuşmadan Xen’in yüzüne baktı ve elini hafifçe sallayarak çıkabileceğini işaret etti. Adam o kadar hızlı hareket etmişti ki kadın daha elini indirmeden Xen odanın kapısını dışarıdan kapatıyordu. Adamın hareketleri hızlı ve telaşlıydı ama yüzü insanı hayrete düşürecek derecede ciddi ve kararlıydı. Beyaz devasa kulenin merdivenlerini seri adımlarla inip geniş bir balkona doğru ilerledi ve trabzanlardan gökyüzüne bakıp değişik bir melodi ile ıslık çaldı. ‘Gel bana Asperi’ dedi yine o her zamanki kıvılcım saçan sözcükleri ile. Yüksek Büyücülük Kulesi’nden tarihçi Atinos’un yazdıklarına göre ‘ O ses ile ölü bir adamı bile çağırsa, mezar yarılır ve o kişi daha ölü olduğunu fark edemeden kendini onun yanında bulurdu’


Gökyüzünde şimşekler çaktı ve bulutların arasından kuyruğu gökkuşağının o göz kamaştırıcı renklerine bürünmüş bembeyaz bir at havada dört nala ona doğru gelmeye başladı. Asperiler dünyadaki tüm atların atası olarak bilinirdi ve uçmak için kanada dahi ihtiyaç duymazlardı. Onlara birçok mitolojide rüzgarın çocukları denirdi. İçlerindeki büyü ile uçarlardı ve gökyüzündeki bulutların üzerinde yaşarlardı. Bu asil hayvanlardan ne yazık ki dünya üzerinde çok az kalmıştı ve bu azınlık binicilerini çok çetin sınavlardan geçirerek kabul ederlerdi. Asperi hızla hareket etti ve geniş balkona kondu. Xen’e sahibi değil de eşitiymiş gibi bakıyordu. Xen uzanıp tek eliyle asperinin o güzelim yelesine tutundu. ‘Uç Asperi beni Tenador Krallığına götür’ atın dünya üzerindeki her yeri avucunun içi gibi bildiğinden emin bir şekilde söylemişti sözlerini. Asperinin toynakları balkonda yankılandı ve gökyüzünde çakan şimşeklerin hızına denk bir hızla havalandı.
-------------o--------------
Coming Soon...
Asperi:


GİRİŞ
BÖLÜM I

Tenador Krallığı’nın uç kısmında krallığa ismini veren Tenador şehri bulunuyordu. Şehir iki taraftan engin ve sarp geçit vermeyen kayalıklarla çevriliydi. Şehrin güney sınırını büyük bir nehir kesiyordu. Kuzeyde ise yıllardır bölgeyi yavaş yavaş yağmalamış ve buraya yerleşmiş ork kabileleri vardı. Orklar sanıldığı kadar aptal yaratıklar değillerdi. Birlik olmuşlardı. Çünkü dünyanın geri kalanı ile aralarında bir tek bu krallığın olduğunu biliyorlardı.

Hızla esen rüzgar uzun kahverengi saçlarını havada uçuştururken Xen aşağıdaki manzarayı seyretti. Uzun ve geniş, eskiden beyaz renkli olduğu belli olan surlar ve bu surların önüne kurulmuş binlerce savaş çadırını gördü. Ork kabilelerinin karaltıları göz alabildiğine uzanıyordu. Şehirde ise krallığın dört bir yanından gelmiş soylu şövalyeler ve birliklerinin bayrakları şehirde karnaval havası yaratıyordu. Biraz daha yaklaşınca durumun hiç de eğlenceli olmadığını vurgulayan bir gerginlik havaya yayılmıştı. Hepsi bekliyordu. Yumuşak bir hareketle asperiyi tuttuğu yelesi ile yönlendirdi ve havada tur atmasını sağladı. İnsanlar ne kadar da kibirli ve gururluydu. Surlarının kapılarını açmışlar şövalyelerini bir bir dışarı çıkarıyorlardı. Orklardan korkmadıklarını kanıtlamak için ne kadar da aptalca bir yöntem diye düşündü içinden. Orkların kalın tok ses çıkaran borularından gelen sesler insanların fildişinden yapılma beyaz ve süslemeli savaş borazanlarına karıştı. Atlıların ve orkların ayaklarının gürültüsü yeri sarstı. Ortaya çıkan toz bulutu her iki tarafın da görüşünü engelliyordu ama iki tarafta hızlarını arttırarak birbirlerine doğru ilerlemeye devam ediyordu. Xen hafifçe eğildi ve asperiye seslendi. ‘İnişe geç asperi. Tam ortalarına’ ve hayvan inanılmaz bir hızla dediklerini yaparken o gümüşsü yelelere sıkı sıkıya tutundu. Elinde krallığın dört bir köşesinde tanınan kocaman gümüşten bir sancak belirdi.

Kalkan toz bulutları hızın artması ile iyice yayılmaya başlamıştı, hızla esen rüzgarın da etkisi büyüktü. Yukarıdan tam ortalarına doğru gelen şekli ilk fark eden Lord Keril oldu. Orklara olan kini ve düşmanlığı ile ünlenen kumandan orduların en başında olmak için gönüllü olmuştu. İnanılmaz bir hızla orklar ile çarpışma noktasına ilerleyen birliğini mümkün olabilecek en isteksiz şekilde yavaşlattı. Adamları da ne olduğunu merak edercesine etraflarına bakındılar ve orkların da aynı şekilde yavaşladığını fark ettiler. Orkların lideri etrafa hırlayarak sinirli bakışlar fırlattı ve gökyüzüne bakarak giderek temposunu yavaşlattı. Asperi mükemmel bir manevra ile yere çok az bir mesafe kala yükseldi ve Xen inanılmaz bir çeviklik ile yere atladı. Yerdeki koyu kahverengi toprağın üzerinde iki santim kaydı ve dengesini sağlar sağlamaz ‘Ar nin ameth!’ diyerek sancağını yere sapladı. O anda sözlerini vurgularcasına bir gök gürlemesi duyuldu ve toprak titredi. İki tarafta artık tamamen durmuştu ve inanmazlık içinde gümüş şövalye zırhları içindeki geniş omuzlu uzun boylu adamı izliyorlardı. Lord Keril atından tereddüt ve çekingenlikle indi ve yavaşça alanın ortasına doğru seyirtti. ‘Hemen arkasından onu takip etmek için atılan iki şövalyeyi elinin tersi ile durdurdu. Ork tarafında da aynı senaryo yaşanıyordu. Tek bir farkla: Ork kralı o kadar sinirlenmişti ki o sırada kendi ile birlikte hareket ettiğini gördüğü bir orku tek yumrukta yere serip okkalı bir küfür savurduktan ve yüzüne tükürdükten sonra yoluna devam etmişti. İki tarafın liderleri de birbirlerini bakışları ile öldürmeye çalışıyormuş gibi temkinlice birbirlerine yaklaştılar ve tam ortada durdular. Yerden kalkan toz bulutu nedeniyle uzaktan seçemedikleri sancağı görünce ikisinin de gözleri büyüdü. Birbirlerini öldürme istekleri artık yoktu. Lord Keril durdu ve saray odalarına yakışacak bir reverans ile Xen’i selamladı. Ork kralı ise göğsüne bir yumruk patlatarak hırladı ve hafifçe eğildi. Bir ork söz konu olunca bu yerlere kadar eğilip reveranslar yaparak saygı göstermeye denk bir hareketti. Xen sabırla bekledi. Esen rüzgarda savrulan kahverengi saçları hariç hiçbir yeri kıpırdamıyordu. Tek eliyle tuttuğu Seveal’ın tarafsızlık Tanrıçasının sancağı son bir kez dalgalandı ve rüzgar dindi. Sanki tam olarak başlamak üzere olan bir savaşın ortasında değil de evde sandalyesinde oturmuş şömineye bakar gibi tek düze bir sesle konuştu Xen ‘Neden dengeyi bozuyorsunuz?’
-----o-----

TENADOR
BÖLÜM I
(Devam)

Ork kralı Ghashog ve Lord Keril birbirleriyle bakıştı. Bu soruya nasıl yanıt verebilirlerdi ki. Yıllarca süren kanlı çatışmalar her iki tarafın da sebeplerini unutmasına sebep olmuştu, artık sadece öldürme isteği ve büyük bir kin vardı ortada. İlk olarak saçma sapan bir ortak lisan ile Ghashog konuştu ‘Yakıp yıkalım çünkü intikam var!’ Bu sözleri duyan Lord Keril’in gözleri alevlendi. ‘Küçük çocukları ve kadınları bile öldüren siz katillerin ne gibi bir intikam talebi olabilir! Yemin ederim dünyada tek bir ork kalmayana kadar ırkınızı öldüreceğim!’ dedi ve sözlerini pekiştirmek için yere tükürdü ve elini kılıcına götürdü. Xen gümüş gibi parlayan zırhlarla kaplı elini kaldırdı ve iki tarafı da susturdu. Her kelimenin üzerine basa basa ‘Burada bugün savaş olmayacak.’ Dedi ve iki taraf da itiraz etmek üzereyken ekledi. ‘Her ikiniz de en iyi beş savaşçınızı buraya getirin’ Bir süre sessizlik oldu.  İlk hareket eden atına ukala bir gülümseme ile atlayıp birliğine doğru at süren Lord Keril oldu. Ork kralı gaddar bir gülümseme ve kendinden emin bir tavırla arkasını dönüp adamlarına doğru ilerledi.

Lord Keril ve ork kralı yanlarında beş kişilik ufak birlikleri ile ortada durmuş Xen’i bekliyordu. Keril in seçtiği adamların hepsi de sert görünüşlü orta yaşlarında tecrübeli şövalyelerdi. Hepsi de kılıç tutuşlarından ata binişlerine kadar bu konuda ne kadar iyi olduklarını kanıtlarcasına hareket ediyorlardı. Parlatılmış çelikten zırhlarının üzerine her biri krallığın armalarını taşıyan tüniklerini giymiş tek ellerinde kılıçları diğer ellerinde kalkanları hazır bekliyorlardı. Ghashog’un birliği ise kelimenin tam anlamı ile devasaydı. Her biri kas yığını, inanılmaz güçlü görünen, sivri dişlerinin arasından salyaları akan kana susamış bir birlikti. Kocaman baltalarının mümkün olabilecek her yerinde keskin dikenler ve kurukafa motifleri vardı.

‘Şimdi ne olacak’ dedi Lord Keril. ‘Kimin birliği ölürse o mu kaybedecek?’ Ork kralı pis pis sırıttı ve ‘Yani siz ölecek!’ dedi. Xen bir adım ilerledi ve sert bir ses tonu ile konuştu.’Hayır. İkiniz de bu birlikler öldükten sonra savaşı durdurmayacak kadar aptalsınız. Kraliçem Seveal’ın emriyle bu savaşı durdurmak için buradayım ve bunu ne pahasına olursa olsun yapacağım. Önünüzde iki seçenek var ya savaşırsınız ve bu topraklarda tek bir canlı kalmayana kadar hepinizi öldürürüm –ki inanın bana bunu yapmak istemiyorum ama gerekirse yaparım, ya da ikiniz de bu beşer adam haricinde burada kimsenin ölmeyeceğine dair bana söz verirsiniz ve bir süre daha beni görmezsiniz. İki taraf da şimdi bu konuda savaş tanrılarına yemin edecek.’ Sözlerini sert bir kaş çatma ile bitirdi.
-----0-----

Lord Keril sinirle gülümsedi. Bu adam tabiî ki de bu topraklar üzerindeki herkesi öldüremezdi ama güçlü olduğu bir gerçekti ve bir tanrıçayı kızdırmak akıllıca bir iş değildi. Ghashog ise adamlarının bu teneke adamları yeneceğine emindi ve hemen ileri atılıp ‘ Ben Ghashog tüm savaş tanrıları adına and içiyor ki bunlardan başkası ölmemek!’ Lord Keril omuz silkti. Ne kaybedecekti ki nasıl olsa şövalyeleri bu aptal orkları bir dakika içinde öldürecekti. O da yemin etti ve iki tarafta yeminleri ile bağlandığı anda Xen çevik bir hareketle omzunda asılı duran devasa kılıcını çekip Orkların arasına atıldı. Orklar daha ne olduğunu anlayamadan koca kılıcını yanlamasına savurdu ve öndeki ilk üç ork göğüslerinden kanlar fışkırarak yere kapaklanırken suratlarında anlamsız ifadeler vardı. Geride kalan iki ork ise savunma pozisyonu almışlardı bile koca baltaları ile Xen in iki yanından saldıracaklardı. Akıllıca diye düşündü Xen, ama yeterince değil. Orklar savaş çığlıkları atıp iki yanından saldırırken tek yaptığı şey eğilerek kılıcını tam bir daire şeklinde savurmak oldu. İnanılmaz derecede keskin kılıç orkların ayaklarını bedenlerinden kopardıktan sonra yana doğru takla atıp orkların işini tamamen bitirdi. Ork kralı sinirden kudurmak üzereydi ama beş seçilmişini öldüren bu zırhlı adama da saldırma konusunda derin şüpheleri vardı. Şövalyeler ise yüzyıllardır düşmanları olan orklardan akan kanlarla birlikte coşkularını gizlemeyip Xen’e tezahüratta bulunuyorlardı. ‘Ama…’dedi Ghashog ve kala kaldı. Çünkü Xen’in tek hareketi ile asperi göklerden inmiş ve ona doğru oldukça tehditkar bakışlar atıyordu. Xen tek eliyle beş kişilik kendisini alkışlayan şövalye birliğini gösterdi ve ‘Atlar’ dedi duygudan arınmış sesi ile. Asperi toynaklarını yere koydu ve bir nefes verdi. Şövalyelerin eğitimli savaş atları karşı koymaya çalışır gibi yerlerinde kıpırdandılar. Asperi tekrar daha güçlü bir şekilde kişneyip dört nala kalktı ve yerden etrafa tozlar saçan toynaklarını tekrar yere indirdi. Şövalyelerin eğitimli atları kanlı savaşlara bile gözlerini kırpmadan giren cesur yaratıklar aniden şaha kalktılar ve sağa sola koşuşturmaya başladılar. Yerden kalkan toz bulutları ve atların kişnemeleri ile tam bir kaos ortamı oluşmuştu.

Herkes sağına soluna bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tek birisi hariç… İki şövalye atlarından düştü ve diğer ikisi ayakları takılı halde sürüklenmeye başladı. Kontrolünü sağlayabilen tek bir şövalye kalmıştı. Xen şimşek gibi hareket etti yere düşen şövalyelerin zırhlarının tek açık noktası olan boyunlarına seri darbeler indirdi ve asperiye atladığı gibi atlarında sürüklenen adamların yanına koşturdu. Kontrolünü sağlayan şövalye daha şaşkınlığını üstünden atamadan dört yoldaşı kanlar içinde yerde yatıyordu ve onların katili şimdi atının üstünde kendisine doğru geliyordu. Şövalye atından indi ve kalkanı ile kılıcını yere attı. Miğferini yere bırakıp bir dizinin üstüne çöktü ‘teslim oluyorum…’ dedi. Xen asperiden inip yavaş adımlarla adama yaklaştı. Yanına geldiğinde kılıcının tek hamlesi ile boynunu kusursuca kesti. ‘Üzgünüm’ dedi sadece önündeki diz çökmüş şövalyenin canını verirken duyabileceği bir fısıldama ile. Üzgünüm diye düşündü. Eğer orklar ya da insanlar birbirlerini öldürse bu kin ve kan davası devam edecekti. En azından şimdi nefretlerini yöneltecekleri ortak birini buldular. Şövalyenin düşen bedenini tuttu ve yere hafifçe bıraktı. Asperiye tek bir hamle ile atlayıp kılıcını sırtındaki kına yerleştirdi. Şaşkınlıktan ve sinirden dillerini yutmak üzere görünen Lord Keril’e ve Ghashog’a baktı ve o meşhur güç kıvılcımları saçan gür sesi ile ‘Tanrılar üzerine yemin ettiniz.’ Savaş alanının ortasına saçılmış cansız on bedene işaret etti. ‘Bunlar dışında kimsenin ölmeyeceğine.’ Asperi emre ihtiyaç duymadan dört nala koştu ve kısa bir süre sonra gökyüzüne yükselip inanılmaz bir hızla uzaklaştı. Xen’den geriye kalan tek şey olan Seveal’in sancağı alanın tam ortasında herkes ile dalga geçercesine dalgalanıyordu. Aperinin kulaklarına eğilip çok az duygu kırıntısı barındıran bir ses tonu ile ' Bazen dengeyi sağlamak sandığımdan daha zor oluyor' dedi Xen ve atın boynuna sıkıca tutundu.
-----o-----

Mit'e sonsuz teşekkürler. Ork ismi bulmakta hep zorlanmışımdır...


DENGE 
BÖLÜM II

Yerlere kadar saygı ile eğildi. Annesinin ona yola çıkmadan önce verdiği yiyecek ve kıyafetlerinin bulunduğu sırt çantasını yere bıraktı. ‘Saygılarımı sunarım büyük üstad. İnsan annem bana daha fazla bakamayacağını ve artık size ait olduğumu söylüyor’ Ezberlediği cümleleri söylerken duygusuzdu. Daha sekiz yaşındayken hava ırkına teslim edilmişti Melanot. İnsan olan annesi onunla ne yapacağını bilemediğinde çareyi onu ait olduğu yere göndermekte bulmuştu. Sonuçta babası hava ırkından ünlü bir savaşçıydı ve bu yüzden onu kabul edeceklerini biliyordu. Melanot hayatındaki tek amaç, önüne çıkan herkes ile dövüşmekmiş gibi davranıyordu. Normal okullarda başarılı olamadığını gören annesi onu şövalyelerin eğitildiği askeri okula yollamayı bile denemişti. Fakat Melanot oradan da atılmayı iki hafta gibi kısa sürede başarmıştı. Katı kurallarla eğitilen soylu şövalyelere ve onların eğitmenlerine ‘Bu savaş tekniği çok saçma’ demek pek de iç açıcı bir yankı yaratmıyordu. Hele ki bunu dedikten sonra kendinden 3 yaş büyük olan baş şövalyenin oğlunu bir güzel pataklamak.

 Hava ırkı dünyanın en ücra köşesinde bulunan sarp kayalardan inatla akan çağlayanların oluşturduğu büyük bir gölün civarında yerleşmişti. Yüzyıllardır sabırla çağlayanlar tarafından oyulan mağaralara bir bir yerleşim yerlerini kurmuşlardı. Kışları geçit vermez karlarla kaplanan bu bölgede yaşamaya cesaret edebilen yegane varlıklar onlardı. Fakat onlar bu zorlukları yüzyıllar önce eğitimlerinin bir parçası olarak kabul etmişlerdi. Binlerce yıldır kendilerine miras bırakılan bilgileri saklamış ve bunları uygulayabilmek adına kendilerini hep daha fazla geliştirmenin yolunu aramışlardı. Ustalaştıkları ve uğruna yaşadıkları tek şey ‘Savaş Sanatıydı’. Sert görünüşlü, mavi ve gümüş saçlı, ortalama 1.70 boylarında olan hava ırkı içlerinden gelen büyü gücü ile havada yükselme yetisine sahipti ve hareketleri şehirlerini etrafına kurdukları çağlayan gibi akıcıydı. Bu yüzden savaşlarda oldukça üstünlük sağlıyorlardı. Kuzey Batı Tenar Kütüphanesindeki parşömenlerde kayıt altına alındığı bilinen II.Tenador Kralı’na ait sözler arasında şunlar yazmaktadır–ki bu kral kendisine karşı birleşmiş tam 30 ork kabilesi ile savaşırken gözünü kırpmadan savaş meydanında en önde çarpışmıştır-: ‘ Hava ırkından birini görürsen ya kaç ya da teslim ol!’

Hava ırkının o muhteşem kahramanlık hikayelerini dövüş sanatındaki ustalıklarını babasından defalarca dinlemişti Melanot. Heyecandan neredeyse dizleri titriyordu. Hemen eline bir sopa alıp hünerlerini ve beş yaşından beri yaptığı egzersizlerin hepsini biran önce karşısındakilere göstermek için sabırsızlanıyordu. Üstad yerden kalkmasını işaret ederken bir an bile tereddüt etmeden hızla hareket etmişti. Ona yetişmek için küçük bacaklarını hızlandırması gerekti. Çağlayanın biraz ilerisindeki küçük bir oyuğun içinde kendi yaşıtı birçok çocuk kare bir tahtanın üzerinde ellerini oynatıyorlardı. Tam anlamıyla hayalindeki sahne birden binlerce parçaya bölünmüştü. Bu çocuklar ne dövüşüyordu ne de egzersiz yapıyorlardı. Tek yaptıkları tahtanın üzerindeki koyu ve açık renkli karelerin üzerinde tahtadan oyulma bir takım figürleri oynatmaktı.
-----0-----

Üstad daha o konuşamadan gümüş bir sakalla çevrelenmiş ağzını açıp söze başladı : ‘Savaş sanatı öğrenilmesi ve ustalaşması en zor sanattır evlat. Bir ressam yanlış bir boya kullandığında bundan ders alıp bir daha yapmaz ve kaybettiği tek şey boşa harcanmış bir boya takımı olur. Bizim sanatımızda ise bir yanlış hayatının ellerinden kayıp gitmesine yol açabilir. Burası bizim çaylak sınıfımız. Bu oynadıkları oyunun adı ise satrançtır. Gerçek bir savaş da aynı bu oyundaki gibi hamleler ve stratejiye bağlıdır. Rakibini ne kadar iyi tanırsan ve ne kadar önce planlarını sezersen o kadar başarılı olursun.’ durdu ve Melanot’un anlattığı şeyleri dinleyip dinlemediğine baktı. Dinleyicisinin bütün dikkatinin üzerinde olduğunu görünce eline bir dizi tahtadan oyulma figürü alıp başıyla onaylayarak devam etti. ‘Piyonlar savaş esnasında yaptığın hamlelerindir evlat. Eğer savunma ile karşılanırsa kilitlenirler. İki piyonun karşı karşıya gelince birbirleri ile yenişememesi gibi. Kaleler senin savaş alanındaki kozlarındır. Yerden yüksek olman, çalıların arasında olman, rakibinin arkasında olman gibi. Bu şartları korumalısın. Çünkü bu avantajlar seni dosdoğru zafere götürür, aynı oyundaki gibi. Atlar senin ayaklarındır. Hızla uzaklara gidebileceğin gibi kısa adımlar atıp akıllıca hamleler de yapmalısın bazen. Filler ise senin ellerin ve dolayısı ile kullandığın silahlarındır. Piyonlarla yani karşı hamleyle karşılaşmadığın sürece savaş alanında serbestçe hareket ederler. ‘ Durdu ve en uzun görünen iki figürü aldı. ‘Vezir…’ dedi ve durakladı. ‘ Vezir senin bedenindir. Bedenin yara alabilir hatta yok olmayla yüz yüze gelebilir. Ama onun yara alması oyunu sonlandırmaz. Çünkü çoğu savaşçının sadece son anlarında kavradığı gibi beden sadece bir araçtır. ’ Sonra elinde kalan son taşı gösterdi ve ciddi bir ses tonu konuştu: ‘Şah denir bu taşa ve bu senin uğruna savaştığın şeyi simgeler. Uğruna savaştığın şeyi kaybettiğin anda oyun yani yaşamın sona erer… Her şeyi aklından çıkarabilirsin, dikkatsizliğin dolayısı ile unutabilirsin, ellerin yaralanabilir, avantajlarını kaybedebilirsin, bileğin burkulabilir ama bunu sakın unutma evlat.’ Dedi ve elindeki taşı Melanot’ a verip arkasını dönüp uzaklaştı. Arkasına bakmadan konuştu. ‘Bu arada insanlar seni ne diye çağırıyorlardı bilmiyorum ama bundan sonra adın Xen olacak ve ırkımızdan her üye seni böyle tanıyacak.’ Üstad uzaklaşırken kimsenin duyamayacağı bir fısıltı ile kendi kendine konuştu ‘…ve birgün bu isimle dünyada nam salacak, ünlü bir savaşçı olacaksın. Xen… Alev Öfkesi ve Buz Dansını birleştirecek kişi’
-----o-----


DENGE - BÖLÜM III
KILIÇ ve KADER

Elindeki uzun kahverengi meşeden yapılmış sopayı rahatça omzuna attı Xen. İki saat süren zorlu sabah egzersizini tamamlamış ve şehre dönüyordu. Sekiz yıl önce teslim olduğu şehre uzaktan baktı. Karşısında hemen hemen her sabah görmeye alıştığı bir manzara vardı. Koyu yeşil kıyafetinin başlığını yüzünü gölgede bırakacak şekilde önüne çekmiş iki kısa sopa kullanan Furian işkence edecek bir başka kurban bulmuştu kendine. Bu adamın sorunu neydi bir türlü anlamıyordu. Kendisine de defalarca insanlar arasında savaş meraklısı olduğu söylenmişti fakat buraya gelince anlamıştı ki bu normal bir durumdu. Furian’ın durumu ise biraz farklıydı. Son zamanlarda çömezlerle kavgaya tutuşmak için her zaman ürettiği saçma bahaneleri bulmaya bile ihtiyaç duymuyordu. Furian’ın karşısında duran Dentor daha iki yıllık çömezdi ve iki üç hamle ile yere düşmüştü bile. Omzuna attığı sopayı sanki vücudunun bir parçasını oynatırmış gibi rahatça eline kaydırdı Xen ve Furian’a doğru ilerledi. Bu sefer bu olanlara göz yummayacaktı.

‘Ufaklığı rahat bırak Furian’ derken onun rakibini sadece daha fazla dövüş için rahat bırakacağının bilincinde sopasını bir sağından bir solundan savurarak yaklaştı. Başlığının gölgelerinden sadece ağzı görünen adam gülümsedi ve önündeki çömezin gözlerini yuvalarından fırlatacak bir hızla savunma pozisyonu aldı. Sopalar birbirine çarpmaya başlayınca çıkan sesler sokaklarda yankılanmaya başladı ve etrafta seyirciler birikmeye başladı. Ne de olsa iki son sınıf öğrencisinin dövüşü her zaman görülen bir manzara değildi. Furian dört adım geriledikten sonra savunma pozisyonunda dengeyi kurdu ve karşı atağa geçti. Savaşırken yüzünde yaptığı işten zevk aldığını belirten daimi bir gülümseme oluşuyordu. Xen’in yüzü ise çağlayanın üzerine kurulu şehirlerinin duvarları gibiydi. Sadece yüzünü gören bir kişi oturmuş huzurlu bir şekilde nehrin akışını izlediğine yemin edebilirdi. Üstad da onları izlemek için sabah egzersizini yarıda bırakıp kalabalıkta kendine yer açtı. İzlerken sürekli başını iki yana sallıyordu ve onun homurtularını duyan öğrenciler etrafında güvenli bir mesafe boşluk oluşturmaya başlamışlardı bile. Sopaların birbirine çarpma hızı inanılmazdı ama iki tarafta bu hızdan şikayetçi değil gibi dövüşmeye devam ediyordu. Xen sıkkın bir ses tonu ile konuştu ‘Ben bu savunma pozisyonunda kaldıkça ki bunu bütün gün yapabilirim beni yenemezsin bunu biliyorsun değil mi?’ Furian’ın gülümsemesi yüzüne yayıldı. ‘Görünüşe bakılırsa seni yenecek kişi ben değilim’ dedi. Xen tabiî ki de bu ucuz numarayı yiyecek değildi. Gözünü kırpmadan savunma pozisyonunu savaşın hızına göre ayarladı hesaplarına göre kırk yedi hamle sonra Furian bir açık verecekti –kırk altı- ve o zaman –kırk beş- saldırabilecekti. Bileklerinde inanılmaz bir acı hissetti ve yere kapaklanırken aklında tuttuğu sayılar bir anda sağa sola uçuşuverdi. Arkasını dönüp acı ve şaşkınlık dolu bir ifade ile kendine arkadan vuran kişiye baktı. ‘Dentor? Ama neden?’ Dentor sinirle konuştu ‘ Bir daha sakın bana hakaret etme.’ Ve arkasını dönüp uzaklaştı. Lanet olasıca kurallar dedi Xen içinden. Sonra hatırladı hava ırkının üçüncü kuralını. Asla bire bir dövüşen hava ırkı üyesinin savaşına dahil olma. Bu ona hakarettir. Gözlerini yuvarladı. Gerçekten çok onurlu savaşçılardı ve sanatlarını çok önemsiyorlardı. Hatta gereğinden fazla. Omuz silkti darbe almaya alışık bedenini hemen toparladı ve üstündeki tozları silkti. Furian ın kendisine doğru uzattığı elini yakalayıp ayağa kalktı. ‘İyi savaştın’ dedi Furian gülümsemesi de ufak duellolarının bitmesi ile solup gitmişti.

Üstadın tek elini kaldırması ile birlikte bütün kalabalık bir anda dağıldı. İki öğrencisinin yanına giden üstad onlara bakmadan arkasını döndü ve ‘ Benimle gelin’ dedi. İkisi de birbirine bakarak sessizce ‘Nereye?’ diye sordular ama takip etmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Üstad karışık yollardan ve sayısız mağaradan oluşan bir labirentte tereddütsüz ilerliyordu ve ikisi de onu izledikçe şaşkınlıktan dillerini yutmak üzereydi. Çünkü bu bölgelere öğrencilerin girmesi yasaktı. Furian tam ağzını açmak üzereydi ki arkası dönük olan adam tek elini kaldırdı. ‘Tanrım bunu her seferinde nasıl beceriyor’ diye geçirdi içinden Xen. Çünkü ustaları ne zaman birisi konuşmaya başlayacak olsa ya da soru sormak için niyetlense daha soru sorulmadan tam olarak o istenilen cevabı sakin bir şekilde anlatmaya başlardı. Yine aynısı olmuştu. Konuşmaya başladığında sesine her zamanki dinginlik hakimdi ‘Siz son sınıf öğrencileri artık son sınıfta değilsiniz. Yarın büyük sınava gireceksiniz. Geleneklerimiz gereği…’ mağaralarda çok altlara ilerlemiş olmalılardı çünkü üstadın sesi giderek daha fazla yankılanmaya başlamıştı. Bir açıklığın önünde durdular ve üstad eli ile kayalardan birine dokundu ve anlaşılmaz sözler söyledi. Kayalar sanki orada olmayan bir dev tarafından kenara itilircesine inlediler ve sürtünmeden oluşan gıcırtılı bir ses ile kenara kaydılar. Devasa sütunlardan oluşun bir şekilde ışığın içeriyi tamamen aydınlattığı her tarafında zırhlar ve çeşitli silahlar bulunan geniş bir odaya gelmişlerdi. Konuşmaya devam eden adam şöyle söyledi
-----0-----

‘ Evet… Geleneklerimiz gereği silahlarınız sizi bulacak siz onları değil.’

Furian itiraz edercesine söze başladı ‘Ama hepimiz özel ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan öğretmenler tarafından eğitilecektik. Yasalar gereği son sınıf mezunları özel hocaları tarafından dünyada eğitilir…’ Sesindeki hayal kırıklığı dünyaya çıkamadığından dolayı üzgün olduğunu bariz bir şekilde belli ediyordu ama silahları görünce suratındaki sadece savaşırken takındığı gülümsemenin bir kısmı geri gelmişti.

Üstad tekrardan konuşmaya başladı. Hatta birazcıkta olsun tebessüm etmeyi de başardı ‘Oğlum bu dediklerin zaten olacak her son sınıf öğrencisi özel kişiler tarafından eğitilir ama sanıyorum ki özel hocalarının kim olduğunu önceden tahmin etmen imkansızdı, değil mi?’

Üstad konuştukça ikisinin de merakı artmıştı sonra adam odadan çıkarken ‘Yarın sabaha kadar burada kalacaksınız ve buradan ayrılırken aradığınızı bulacaksınız. Sizinle sabah görüşürüz eşyalarınızı toplamaya vakit yok şafakta yola koyulacağız’ İkisi de ‘Nereye?’ dediler fakat üstadın az önce durduğu boşluğa yetişen soruları havada anlamsızca yankılandı.

‘Pekala’ dedi Xen ‘Madem buradayız bir keşif gezisine çıkalım’ ama Furian çoktan silahları tek tek incelemeye başlamıştı bile. Omuz silkti sağ tarafında bulunan sütunun arkasına doğru gitti. Alanda ışığın az vurduğu yegane yer burasıydı ve bakımlı rafların arasında kalmış tozlu bir kılıç gördü. Kılıcı ilk gördüğünde tarzına hayran kalmıştı ama bu kadar parlak ve ihtişamlı silahlar arasında ne işi olduğunu merak etti. Kılıcın kabzasında yüzleri birbirine bakan biri altın diğeri gümüş iki ejderha vardı sanki kanatlarını açmış birbirleri ile savaşıyorlardı ve kanatları ise kılıcın iki yanındaki çıkıntıları oluşturuyordu. Ejderha motiflerinin ayakları ve kuyrukları birbirine dolanmış ve kılıcın keskin tarafının başlangıcını oluşturuyordu. ‘Tam bir şaheser diye geçirdi’ içinden. ‘Paslanmış olması ne yazık’ Sonra bir dürtü ile kılıcı eline aldı. Dengesi inanılmazdı ve eline aldığı silah o kadar uymuştu ki onu kolunun bir parçası olarak kabul etmişti bile şimdiden. Büyülü olmalı diye düşündü ve kılıcı aldığı yere bırakmaya çalıştı ama elindeki kılıç itiraz edercesine titredi. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açıldı. Hayal görüp görmediğini anlamak için tekrar onu bırakmak için hamle yaptı ama elindeki silah tekrardan titredi. Sonra içeriden Furian’ın sesini duydu. ‘Lanet olasıca büyü tanrıları adına benim öğretmenim sen mi olacaksın yani?’ Xen elinde kılıç ile Furian’ın yanına doğru seğirtti ama görünürde kimse yoktu.

‘Beş yüz yıl mı dedin sen?’ dedi Furian şaşkınlıkla
‘Ne saçmalıyorsun ne beş yüz yılı ?’ diye yanıtladı Xen
‘Sana demiyorum, duymuyor musun bana beş yüz yıldır savaştığını söylüyor ?’
‘Kim’
‘Kılıç…’ Furian’ın kafası karışmıştı.
‘Savaşırken umarım sopayla kafana vurmamışımdır’ dedi Xen gülümseyerek
‘Sadece ben mi duyabiliyorum?! Bu gerçekten inanılmaz bu sanatı öğrenmek için bundan iyi bir öğretmen düşünemiyorum üstad haklıymış?’

Xen onun neredeyse delirdiğine kanaat getirecekti ki elindeki kılıç tekrardan titredi. Bu sefer hayal etmiyordu. Furian’ın kılıcına baktı daha dün parlatılmış ve keskinleştirilmiş gibi bakımlıydı. Sonra gözü kendi paslı kılıcına kaydı. Furian’ın kılıcı gibi konuşamıyordu da. Eh üstadın dediği gibi kılıçlar onları seçecekti onlar kılıçları değil. Kaderine boyun eğdi ve kılıcı sağa sola savurarak birkaç deneme yaptı. Tamam eski olabilirdi ama hala bu antikada iş vardı ve dengesi inanılmazdı.

‘Hey seninki de süpermiş tam sana yakışır bir antika bulmuşsun’ dedi Furian ilgisini kendi kılıcından birazcık olsun uzaklaştırınca

‘Ehh..’ dedi Xen söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. ‘Kılıç’ dedi fısıldayarak ‘Beni duyabiliyorsan bir daha elimin içinde titre bakalım’ ve kılıç neredeyse neşeyle titremeye başladı neredeyse elinden kurtulup yere düşecekti. ‘Çok güzel. Bana konuşamayan bir kılıç düştü öyle mi?’ tek ve üzgün bir onay sallanışını elinde hissetti.  ‘Her ne olursa olsun beni seçtiğine göre sana en iyi şekilde bakmak artık benim görevim sayılır. Seni yarın silah atölyesine götürüp güzelce bir cilalarım. Sıkma artık canını hala güzel bir kılıç olduğunu düşünüyorum’ Bunu neden söylediyse zaten kılıçların duyguları olmazdı. Ama yine de bir şekilde kılıcın mutlu olduğunu hissedebiliyordu…
-----o-----
Mit'e Furian ismi için teşekkürler...


DENGE - BÖLÜM III
KILIÇ ve KADER
(Devam Bölümü)

Kapının önünde üstadları belirdiğinde, Xen ve Furian yerlerinden sıçradılar. İkisi de uyuya kalmıştı ve kendilerini odaya bırakılmalarının üzerinden yıllar geçmiş gibi hissediyorlardı. Eklemlerini oynatıp esneme hareketleri yaparak üzerlerindeki bu ilginç yorgunluğu atmaya çalıştılar. Bu çok saçma geliyordu Xen’ e. Taş çatlasa yarım gün silah odasında kalmışlardı. Nemli mağara havasından olmalı diye düşündü ve önemsemedi. Üstad makul bir süre beklediğine kanaat getirip, ikisinin de kendisini izleyeceğinden oldukça emin arkasını döndü ve yürümeye başladı. ‘Yolumuz uzun’ dedi ve mağara duvarlarında yankılanan bir ses ile  elindeki su tulumlarını öğrencilerine uzattı. Furian esneyerek su tulumunu kafasına dikip koca bir yudum aldı. Geceyi çölde geçirmiş gibi susamıştı. İlk molalarını verdiklerinde hala yerin altındaydılar ve bu Xen’e hiç mantıklı gelmiyordu. Silah odasına gitmeleri bu kadar uzun sürmemişti. ‘Üstad neden şehrimize hiç uğramadık. Neden bu yoldan gidiyoruz.’ Dedi Xen şüphe ile.

‘Gideceğimiz yer, yani sizin son sınavı vermek için karşılaşacağınız rakiplerinizden bazıları yeryüzünden ulaşılamayacak bir yerde yaşıyorlar. Şimdi bu soruları bırakıp dinlenmenize bakın akşam güneşi battığında turnuva alanında olmamız gerekiyor.’

Ne Furian ne de Xen yolun geri kalanı boyunca ağızlarını açmadılar. Ne de olsa sabırlı olmak ve her türlü olaya hazırlıklı olmak için yıllarca eğitim görmüşlerdi. Zaman kavramı yerin altında olduklarından oldukça karışmıştı. Furian’ın canı çok sıkkın görünüyordu. Kasvet içlerine kadar işlemişti.

İki günlük zorlu bir tempoda yürüyüşlerinin ardından, nesillerdir damarlarında dolanan miras sayesinde havadaki en ince değişimleri bile fark edebilen Xen, basık ve rutubetli mağaranın daha geniş bir oyuğa açıldığını hemen fark etti. Eli kılıç kemerinde duran paslı ve oldukça eski kılıcına gittiği sırada mağara tavanının olağanüstü genişliğine bakmaktan kendini alamadı. Bu kadar büyük bir boşluk nasıl olur da gökyüzüne açılmadan burada öylece durabilirdi ki? Dar mağara koridorundan çıkmaları ile birlikte bir ayak boyunda gri renkte parlak taşlarla özenli bir şekilde döşenmiş köprünün geniş yuvarlak bir arenaya açıldığını fark etti. Arenanın dış kısmında seyirciler, satıcılar, savaşçılar, resmi kıyafetli kişiler, diplomatlar… Kısacası her kesimden insan vardı. Çeşitlilik göz kamaştırıcıydı. Soğuk mağara duvarının granit taşlarının oluşturduğu cansızlık arenadaki ırkların, karmaşık birbirine geçmiş ve kendine özgü hareketleri ile tam bir tezat oluşturuyordu. Furian da neşe ile etrafı izlemekteydi ki dikkatleri derinden gelen büyük bir gong sesi ile dağıldı. Alanda birden bir koşuşturmaca başladı ve sanki önceden planlanmışcasına herkes arenanın etrafında kendilerine yer buldu. Daha da yaklaşıp onlar da izleyici saflarında yerlerini alınca karşılarında manzara onları şok etti. Arenanın ortasındaki iki figüre anlamsız anlamsız bakıyordu Xen. Biri en fazla 1.20 boylarında her yerlerinde savaş boyası olan mavi saçlı ufak bir bayan –tabi bayan demeye bin şahit isterdi- , diğeri ise hava ırkının nesillerdir en büyük düşmanları sayılan kılıç dövüşü konusunda kendilerine denk gördükleri tek ırk olan kara elflerin erkek bir üyesiydi. Bu ne saçma bir eşleşmeydi böyle bu kara elf rakibini anında yenecek gibi duruyordu. Derinden gelen gong sesinin tekrar duyulması ile kalabalık çılgın bir tezahürata başladı. Dediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu ama Xen içinde kabaran coşkunun çoktan esiri olmuştu. Furian’ın nasıl da gülümsediğini ve şu an dövüşenlere imrenerek baktığını bilmek için onun suratına bakmasına gerek yoktu.

Müsabakanın başlaması ile yüzünde savaş boyaları olan gnome ileri doğru hızlı bir takla atıp iki elinde tuttuğu ufak kılıçlarını yanlara doğru açarak kara elflerin klasik dıştan içe doğru kapanan saldırı fırtınasını önlemeyi başardı. Daha kara elf ikinci saldırısına başlamadan bir takla atıp kara elfin ayaklarının dibinden arkasına geçti ve kılıçlarını sapladı. Kara elf her ne kadar şaşırmış olursa olsun zamanında kılıçları uzaklaştırmak için inanılmaz bir hızla mücadele etti. Rakibini hafife almasının bedelini şimdi ayağından aldığı ufak kesikten akan kızıl kan ile ödüyordu. Elindeki kılıçları fırtınayı andıran bir hızla sağdan soldan üstten ve alttan karmaşık bir hareketler dizisi ile rakibine saldırdı kara elf, fakat rakibi normal bir dövüş üstadının yapacağı gibi hamleleri kılıçları ile karşıladıktan sonra ikinci kılıcı karşılamıyor bunun yerine sürekli kaçıyor ya da taklalar atarak uzaklaşıyordu. Bu da kara elflerin alışık olduğu arka arkaya gelmesi gereken saldırı taktiklerinin hemen hemen hepsinin boşa gitmesine sebep oluyordu. Fakat drow pes etmeye niyetli değldi inanılmaz bir el yatkınlığı ve neredeyse 4 yaşından beri silahlarla yatıp kalkmasının verdiği tecrübe ile birbirinden farklı savaş taktikleri denedi. Sinsi bir hareketler dizisi ile gnomu kaçacak yerin kısıtlı olduğu arenanın köşesine doğru sürüp rakibinin bir anlık dikkat dağınıklığından yararlanan kara elf, gnomun omzunda derin olmayan bir çizik bırakmayı başardı. İkisi de birbirinden uzaklaşıp birer nefes alıp rakiplerini tekrar tarttı. Gnome birden rakibine işve ile göz kırptı. Yarasına baktı ve resmen çılgına dönmüş gibi birden kılıçlarını yüksek saldırı pozisyonuna getirip rakibine doğru koşmaya başladı. Bu çok saçmaydı. Bir araya toplanmış ork orduları bile böyle bilinçsizce ve bu kadar açık bırakan bir saldırıya girişmezlerdi. Bu gnomun derdi neydi böyle? Kara elf kılıçlarını aşağıdan yukarı doğru hareket etmek üzere savunma pozisyonu aldı. Sonuçta bu oldukça zayıf bir saldırıydı. Kılıçlarını bir kez yukarı doğru savuşturduktan sonra karın boşluğuna atacağı tekmeyi ileri atılıp iki kılıç darbesiyle tamamlayacak ve kolayca bu savaşı kazanabilecekti. Son saniyede yerdeki parlak taşlar üzerinde kayarak duran gnomun, kılıçları alttan yukarı doğru savunma yapan drowun kılıçları ile buluştuğu anda gnome iki kılıcını da bırakıp belinde duran iki hançeri çekti ve boyunun avantajı ile erişilemeyecek kadar alçak bir mesafeden rakibinin karın boşluklarına saldırdı. Seyirciler bu hamle ile birlikte irkildiler. Drowdan gelen koyu kırmızı kan hançerlerin saplı olduğu yerlerden fışkırıyordu. Bütün seyircilerden gelen bir inanmazlık nidası ile yere serilen kara elfin yanına gelen gnome tekrardan işve ile göz kırptı ve silahlarını saplı oldukları yerden çıkarıp seyircilere abartılı bir reverans yaparak uzaklaştı.

Furian neredeyse keyiften ölmek üzereydi. ‘Bu inanılmazdı!’ diyebildi sadece ve gnomu alkışlamakta olan seyircilere büyük bir şevkle katıldı.

Üstadları arkasını döndü ve ikisine takip etmelerini işaret etti. ‘Yarın bu alanda sizler dövüşüyor olacaksınız. Şimdi gidip dinlenin ve son hazırlıklarınızı yapın. Birer kılıç ustası olup yolunuza devam etmek ve yerde yatan şu kibirli drow gibi ölmek arasındaki ince çizgide duruyorsunuz. Yaşmala ölüm arasındaki o ince çizgide...' son cümlesini havadan gelen buz gibi bir esinti karşıladı ve Furian ve Xen'in şüphe ile titremesine sebep oldu.
-----o-----

DENGE - BÖLÜM III
KILIÇ ve KADER
(Devam Bölümü)

' Karanlıkaltı'nın 15. evinden kara elf Er'daln Harrdelin, insan ve hava ırkının miraslarını taşıyan Xen ile karşılaşacak. Kazananın kaderi elindeki kılıçlar kadar keskin olsun! Kaybeden ise unutulup gitsin...' ve böylece dövüşün başlamasından önce yapılacak bütün formaliteler bu nerden geldiği belli olmayan sesin kendisini ve rakibini tanıtması ile tamamlanmış oluyordu.

Kaybedenin öleceği gerçeğini Xen farketmişti fark etmesine fakat önündeki müsabakanın heyecanından ve sonrasında alınacak ünvandan o kadar etkilenmişti ki bu ölüm gerçeği bile ufak bir ayrıntı olarak zihninde kalmıştı. Azıcık da olsa terlemeye başlayan ellerini son bir kez çıplak vücuduna giydiği koyu lacivert yeleğe sildi ve paslı kılıcını elinden eline geçirerek tekrar tekrar kılıcını tarttı. İnanılmazdı paslıydı paslı olmasına fakat bu silah şimdiye kadar kullandığı her silahı geride bırakacak bir dengeye sahipti. Kılıcına ve üzerindeki ejderha motiflerine ve ince işçiliğe son bir kez bakıp kafasını rakibine çevirdi. '15. evden Er'daln Harrdelin. ' demişti o nereden geldiği belli olmayan ses. Karanlıkaltı hakkında bildiği tek şey evlerin hiyerarşik bir sıraya göre dizildiği ve sürekli birbirleri arkasından oyun çevirdiğiydi. Bu gerçek ışığında rakibinin bir gram bile yağ olmayan kaslı vücuduna baktığında her an her yerden gelebilecek olan tehlikelere karşı yıllar yılı yaşamanın vermiş olduğu zindeliği ve bunu harekete geçirecek olan zinde vücudunu inceledi. Hareketlerini sınırlamamak adına giydiği deri pantolonun bacak kısımlarına bağlı iki hançer taşıyan kara elf at kuyruğu yaptığı uzun saçlarının hemen arkasında asılı duran iki tarafında bıçaklar bulunan bir mızrak taşıyordu. 'Adam resmen cephanelik gibi' diye düşündü Xen kendi elindeki tek silah olan paslı kılıcına tekrardan bir bakış atarak. Omuz silkti. Rakibi her ne kadar güçlü olursa olsun kendisi de ataları savaşçılar ve kılıç ustaları ile dolu olan bir ırktan geliyordu ve küçüklüğünden beri teslim edildiği hava ırkı üstadları tarafından oldukça iyi yetiştirilmişti.

Düşüncelerini dağıtan derinden gelen gong sesi duyulduğu anda rakibine doğru yaklaştı. Ya da Xen yaklaştığını düşündü. Oysa ki rakibi şimdi solundan kendisine doğru sırtındaki iki tarafı bıçaklı mızrağı ile saldırıya geçmişti. Şaşırmıştı ve rakibi beklediğinden de hızlıydı bunun için Xen de dengeyi tekrar sağlamak adına beklenilmeyen birşey yapmalıydı. Mızrak darbesinin rüzgarı ensesindeki bütün sinirleri harekete geçirirken yüzü koyun yere kapaklandı ve beklemeden hemen yana doğru yuvarlandı. Doğrulurken yerden ayakları ile bir süpürme hareketi yaptı. Bu oldukça zayıf bir direnişti fakat drow yerden gelen tekmenin üstünden atlarken Xen doğrulup rakibi ile eşit bir şekilde tekrardan başlama avantajını kazanmış oldu. Kılıç ve mızrak birbiri arkasına darbeler indirmeye başladı ve müsabakanın temposu giderek arttı. Hamlelerin hızı başlarda seyircilerden şaşkınlık nidaları yükselmesine neden olduysa da şimdilerde herkes nefesini tutmuş sadece bu darbelere anlam vermeye çalışıyordu. Çünkü kara elf ve Xen inanılmaz bir hıza ulaşmışlar artık kılıç ve mızrak darbeleri gözle zor seçilebilen bir akkor haline gelmişti. Yandan üçlü saldırı, yüksek kartal uçuşu, alt tekme, ikili kılıç kıskacı ve vurkaç taktikleri boşa gitmişti bile. İki taraf da dersini iyi ezberlemişti. Saldırı taktikleri ve o saldırıları hangi darbelerin keseceğini sanki ezberlerinden otomatik olarak uyguluyorlardı. Atılan sinsi bir darbenin, karşılanması beklenmeyen güçlü bir saldırının karşısında daima rakibinin kılıcını bulan ikili biraz soluklanmak adına birbirlerinden ayrıldıklarında ikisinin de alnında derin ter damlaları oluşmuştu. Drowun kendinden emin bir şekilde çevirdiği mızrağa bakan Xen kendinin de dıştan bu kadar hareketlerinden emin göründüğünün farkındaydı. Kara elf kendinden emin ve dinlenme amaçlı pozisyon değiştirirken bir anda mızrağını dümdüz Xen in karnına doğru uzattı. Darbenin hızı o kadar müthişti ki havayı yaran mızrağın sesi  Xen'in kulaklarında çınladı. Tamamen bilinçsizce yıllarca egzersiz yapmış olmanın verdiği bir refleks ile antika kılıcını, mızrağın önüne tutmayı başardı ve mızrak kılıcın kabzasında tiz bir çınlama ile saplı kaldı.

Daha sonraları 'Devlerin Hikayeleri' adlı tarih eserini yayınlayacak olan Mithalos' un da eserinde değindiği gibi : ' İşte her ne olduysa o andan sonra oldu. Cehennemin çukuru dünyaya  nefretini kustu ya da cennetin kapıları açılıp orada bulunanları kutsadı.Her ne derseniz diyin. Fakat birşeyden eminim okurlar orada bulunanların kaderi artık eskisi gibi olmayacaktı...'

Xen bu muazzam çınlamanın arasından bir klik sesi duydu ellerinin titremesine sebep olan darbe ile ellerini iki yana açtı. Hayretle ağzı açıldı darbenin etkisi ile mi bilmiyordu fakat her bir elinde şimdi birer kılıç duruyordu ve bu kılıçlar sanki demirci ocaklarından dün çıkmışcasına parlak ve yeniydi. Sol elinde saf altından dövülmüş gibi parlayan kabzasına sarılı altın bir ejderha bulunan kılıcı, sağ elinde ise gümüşten yapılma gümüş ejderha motifleri olan kılıçları incelemek için bir o eline bir ötekine bakıp durdu. Drowun mızrağı ise adeta plastikten yapılma bir mızrak gibi çarptığı yerde büzüşüp kullanılmaz halde yere tangırdayarak düşmüştü.

O anda Xen sağ elindeki kılıcın kabazsında bulunan gümüş ejderhanın konuştuğunu hayretle fark etti.

'Yedi göldeki balçıklar üzerinde uçuşan sinekler adına! Kurtulduk Sui! ' diyordu gümüş kılıç

Xen ağzı bir karış açık kendisi ile konuşan sağ elindeki gümüş kılıca bakakaldı. Tabi adı Sui değildi ama net bir şekilde kendine seslenildiğini algılıyordu. Belki de diğer kılıca seslenmişti. Sonuçta Furian'ın kılıçları da sadece kendisinin duyabileceği bir şekilde onunla iletişim kuruyordu.

Rakibi bir drow olmasaydı belki de bu boşluğu değelendirmezdi fakat kara elf hızla hareket edip bacaklarındaki hançerleri çekip Xen' e doğru hamlede bulundu.

'Kes sesini Dui bir savaşın ortasındayız... Hay Lanet...Bin mamut kadar ağır!' dedi Xen'in adının Sui olduğunu yükselen bir şaşkınlık ve şok ile öğrendiği sol elindeki altın kılıç.

Drowun Yüksekten gelen bu darbesi tam yüzünü çizmek üzere iken, sol elindeki altın kılıç inanılmaz bir ağırlık ile sıkı sıkıya kılıcı tuttuğu elini ve dolayısı ile bedenini alta doğru çekti. Kafasının üzerinden geçen hançerler ile birlikte bu ani savunmayı beklemeyen drow da dengesini az da olsa kaybederek Xen'e çarptı ve ikisi de farklı yönlere doğru yere yuvarlandılar.

'Hey bu 1000 yıl savaşlarında kullandığın basit numaradan daha fazlasını yapabilirsin Sui hadi ama' diye titreyen sağ elindeki gümüş kılıçtan son bir ses yükseldi 'Sonuçta özgürlüğümüzün tadını doyasıya çıkarmalıyız değil mi ama. Kurbağalardan kaçışan sivrisinekler kadar hızlı!' Xen bu kendi aralarında sanki evlerinde oturmuş oyun oynayan çocuklargibi konuşan iki kılıcın konuşmasına katılmak isterdi fakat agzı beş karış açıkken diyecek hiçbir söz bulamıyordu.

Xen sağ elini drowdan gelen ikili saldırıdan kurtulmak adına kaldırdı fakat gelen ikili darbeyi tek kılıçla karşılayamayacağını biliyordu. Diğer eli ise maalesef kullanamayacağı kadar ağır bir kılıcı kavramıştı. Fakat sağ eli beklentilerinin ötesinde bir hızla kalkınca drow atağını yarıda kesti. Hatta inanılmaz bir hızla hareket eden sağ eli ikili darbeyi karşıladıktan sonra bir de atak yapmış ve drowun sol bileğine ufacıkta olsa bir sıyırık bırakmıştı.

'İlk kan benimdir! ah bu tadı ne kadar da özlemişim' diye titredi gümüş kılıç istekle.

' Sessiz ol da zaten şokta olan çocuğu daha da korkutma Dui. Ufaklık senin gibi yüzbinlerce yıldır savaşmıyor...' dedi Sui bariz bir şekilde Xen'i kast ederek.
-----o-----
Xen bu anı hatırlayıp neşelendiği zamanlardan birinde Tanrıçası Seveal' a dönüp ' Beni sakinleştirmek amacında olan Sui'nin aklından o an ne geçiyordu bilmiyorum ama yüzbinlerce yıl savaşan iki kılıcın elimde olması bilinci o an beni sakinleştirebilecek en son şeydi ve çenemin neredeyse yerlere kadar açılmasına sebep olmuştu.' Alıntı: Devlerin Hikayeleri - Yazar: Mithalos
----o----

Xen'in karşılaştığı kara elf hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler için link (Fırtınakıran'ın hikayesinden alıntı bir drowdur) :


DENGE
Bölüm IV
Seçimler

Gong derinden gelen azametli bir sesle tekrar çaldı. Bu müsabakanın bittiği anlamına geliyordu. İki tarafta ufak sıyrıklar almıştı ve iki tarafın da ölüme yaklaştığı yoktu. Bu şartlar altında gongun çalması alışılmadık bir durumdu. Yaşlı ve gri cübbeler içinde, keçi sakalı bir karış uzun, ellerini önünde birleştirmiş sakince arenaya yaklaşan adama herkes saygı ve huşu içinde bakıyordu. Bu Kılıç Konseyinin başkanı olan Seniath' tan başkası olamazdı. Dingin ama insanın içine işleyen ve delip geçen sesi ile şunları söyledi:

' Müsabakaya iki tarafın üzerindeki büyülü gereçleri incelemek için ara veriyoruz. Eşit şartlarda bir dövüşün olmadığına kanaat getirilirse üstün taraf diskalifiye edilecektir.'

'Mıy mıy mıy...' dedi Dui -sağ elindeki gümüş kılıç-

'Kes sesini de gizleme büyüsüne başla. Bu adamların şakası yok biliyorsun. En son açığa çıktığımızda… Ehm her neyse, dediğimi yap.' diyordu sol elinde kararlılıkla titreyen Sui. Sonra fikir değiştirdi ' Ya da boşver bunun için vakit yok. Xen beni iyi dinle bizi tekrar yan yana tut ve kılıçların üzerindeki ejderha oymalarının ikisinin de kafalarına basılı tut. Bu bizi tekrar birleştirir.

'Hayıııır. Bunu yapamazsın Sui lütfen ben ikimizi de gizleyecek bir büyü yaparım hem de hemen. Daha yeni özgür haldık lütfen bunu bana yapma.' diyordu Dui' nin yakaran sesi

'Ve Xen tabi ki bizi müsabaka başlayınca tekrar ayırmayı da unutma. Eski halimiz pek işine yaramaz.' dedi Sui biraz endişe ile.

Xen ne diyeceğini bilemiyordu. Hayatının en büyük şokunu yaşıyordu. Elinde belki de dünyanın bütün savaşlarını görecek kadar yaşlı iki kılıç vardı ve ikisi de kendisi ile konuşuyordu. Aklının bir köşesinde ise haykıran bir ses vardı. – konseyden gizlenmeye ihtiyaç duyacak kadar güçlü kılıçlar!-

Xen kafasını sallamakla yetindi ve denileni yaptı. Tıpkı Sui' nin söylediği gibi kılıçlar Dui' nin sızlanmaları arasında birleşip yine eski paslı görünümlerini aldı.

Üstad ve Furian hemen yanına geldiler.

 ‘ Bu da ne demek oluyor Xen? Müsabaka sırasında herhangi sıra dışı bir şey oldu mu?’ diye sordu Üstad.

‘Sıradan herhangi bir şey olmadı desem daha yerinde olur Üstad. Kılıçlar drowun darbesi ile ikiye ayrıldığımda konuşmaya başladılar ve söylediklerine bakılırsa…’

Üstad hemen araya girdi. ‘Her ne söylediler ise, bunlar senin için söylendi evlat. Eğer bunları herkese yayın yapmak isteselerdi, herkesle konuşuyor olurlardı. Şimdi bakalım konsey ne karar verecek. Diskalifiye olursan gerçekten çok yazık olacak. Onca emek, meslektaşlarıma karşı seni o kadar korumam ve kehanet…’ sesi gittikçe azalmıştı ve en son ne dediği duyulamaz hale gelmişti.

Xen bir şeyler söylemek üzereydi ki Seniath dingin sesi ile konuşmaya başladı. ‘Konsey kararını salonda oylama ile verecek. Müsabaka tarafları hemen içeri girip konsey salonunda beklemeye başlasınlar.’

İçeriye girdiklerinde mahkeme salonuna benzer bir açıklığa drow ile birlikte yan yana geçtiler. Konsey üyeleri önlerinde hafif ahşap bir yükseltinin üzerinde oturmuş onlara bakıyorlardı. Arkada ise az sayıda tanık ve seyirci. Kara elf olan seyirciler belli ki Er'daln Harrdelin ‘in diskalifiye edilmesine ve onursuz bir şekilde buradan ayrılmasına sevinecek kişilerden oluşmuşlardı. Xen için orda bulunan ise sadece Furian, üstadları ve beklenmedik bir şekilde salondaki herkese tezat oluşturan ilk dövüşte izledikleri gnome vardı.

‘Üzerinizde ne tür büyüler taşıdığınızı hemen mahkememize bildirin.’ Seniath yine o delip geçen sesi ile konuşmuştu.

Drow hiç tereddüt etmeden pelerinini çözdü ve yere bıraktı. Ardından çevik bir hareket ile kolunda gizlenmiş ufak bir dart mekanizmasını yere bıraktı ve ayakkabılarını çıkartıp önündeki yığına ekledi. Bir an tereddüt ettikten sonra yan ceplerinde bulunan bıçaklarını önüne atıp kara elflerin anlaşılmaz dilinde bir şeyler mırıldandı. Elinde oluşan iki tarafında mızrak uçları bulunan silahı son çarpışmanın etkisinden tamamen arınmış vaziyette elinde duruyordu. Onu da önündeki yığına ekledi ve omuz silkerek ortak lisanda konuştu.
‘Eh ben bir kara elfim ne bekliyordunuz ki?’ dedi.

Xen şaşırmıştı bu kadar büyülü eşyayı rüyasında bile bir arada görmemişti. Arkasındaki kalabalığa göz gezdiren Xen gözleri parlayan ve daha şimdiden ellerindeki sivri bıçakları alenen bilemekten kaçınmayan üç tane drow gördü. Bu müsabakanın drow için ne kadar önemli olduğunu anlamamıştı. Evet karşısındaki ezeli rakibiydi fakat o bile saygın bir dövüşü hak ediyordu. Ne kadar eşya önüne atmış olursa olsun Xen biliyordu ki kendi kılıçları müsabakanın dengesini defalarca bozmuşlardı ve onu ölümden defalarca kurtarmışlardı.

Seniath gözlerini drowdan Xen’e doğru çevirdi ‘Peki sen evlat? Sende ne tür büyülü eşyalar var?’

Xen elindeki paslı kılıca bakıp önüne bıraktı. ‘ Sadece bu efendim’ dedi şüphe içini yakıp kavururken.

Seniath ve konsey aralarında yaklaşık iki dakika fısıldaştıktan sonra Seniath tek elini kaldırdı. ‘Açık olarak görülüyor ki birçok büyülü eşyaya karşılık tek bir paslı kılıç ve bildiğimiz kadarı ile sadece ikiye bölünebiliyor. Karar vermek bizim için zor olmadı. Er'daln Harrdelin dengesiz güç kullanmaktan ve şanlı müsabakamıza hile karıştırmaktan dolayı sizi suçlu buluyor ve diskalifiye ediyoruz. Dövüşmeden ve onursuz bir şekilde buradan ayrılacaksınız’

Xen’in gözü istemsizce arkada duran kalabalığa kaydı. Suratında derin yara izleri bulunan kırmızı gözlü kötücül bir gülüşe sahip drow elini boğazına götürerek Er'daln Harrdelin’ e ölüm getirecek hareketi yaptı.

‘Durun!’ dedi Xen dayanamayarak ve izleyenlerin ve konseyin şaşkın bakışları arasında önündeki paslı kılıca atılıp, eliyle ejderha başlarını bulmaya çalıştı. Kılıç yaptığı hareketi onaylamadığını her hali ile belli edercesine elinde deli gibi titriyordu...
-----0-----
DENGE
IV. Bölüm Sonu
Seçimler


Furian ‘Ne yaptığını sanıyor bu…’ demeye kalmadan Xen’in eli kabzadaki ejderha başını buldu ve bir klik sesi duyuldu. İnanılmaz güzellikteki altın ve gümüş oymalarla elinde beliren iki kılıç herkesi kendine hayran bıraktı.

‘Lanet olsun derdim ama özgürlüğün tadı lafı ağzıma tıkıyor resmen…’ dedi Dui bir iç rahatlaması ile.

‘Sen ne yaptığını sanıyorsun Xen?’ dedi Sui azarlarcasına.

Xen zihninden ‘Buna izin veremezdim’ diyebildi sadece. Drow sadece bir saniyeliğine ona minnetle baktı ve kimsenin anlayamayacağı sadece rakiplerin fark edebileceği bir el hareketi ile müsabakalarını onurlandırdığını ona belli etti. Xen için bu bile yeterdi.

‘Onca asil kan varken yüzyıllarca bizi o mağaramsı silah deposunda beklettin. Ne için bir yarım kan için ve bak o da nasıl biri çıktı… Vicdanlı… böhh’ Dui’ nin bir ağzı olsaydı şimdi kesinlikle onu büzüyor ve tiksinti hareketi yapıyor olurdu.

‘Çocuk kılıç konusunda çok iyi bunu sen de biliyorsun Dui saçmalamayı kes. Ayrıca bekleme kısmına gelirsek, bu ne senin, ne de benim seçimimdi. Bunu sen de benim kadar iyi biliyorsun’ dedi Sui iç çekerek.

İki kılıç ve Xen arasındaki konuşma hararetlenmeye başlamıştı ki Kılıç konseyinin başkanı ayağa kalktı.

‘Arayıcı içeriye gel!’ dedi Seniath‘ ın buyurgan sesi.

Xen için dünya, mahkeme salonunun yan kapısı aralanıp içeriye arayıcı girince resmen durdu. Hayatında gördüğü hiçbir kadına ilgi duymamıştı fakat şimdi önlerinde duran arayıcı dedikleri kadın hayatına giren bütün kadınların öcünü alırcasına nefesini kesmişti. Koyu ve yer yer parlak kırmızı saçları, beyazın en açık tonu teni ile tam bir heykeli andırıyordu. Xen şaşkınlık içinde ağzının açık kalmaması için büyük çaba sarf etmek zorunda kaldı. Arayıcı süzülürcesine hafif adımlarla drowun eşyalarını yığdığı yere ilerledi ve yığının önünde durup gözlerini kapattı. İnce ve hüzünlü ses tonu ile Xen’ in ve o odada bulunan birçok kişinin yüreğini dağlayan bir şarkı mırıldandı. Şarkı sözleri her geçen saniye temposunu arttırdı ve müziğin bitimine yakın tiz bir çınlama duyuldu. Odadaki herkes kulaklarını kapatırken eşyaların üzerende gri ve siyah tonlarında ve biraz da yeşil renkte şeffaf dumanlar yükseldi.

Arayıcı hüzünlü ve kendine hayran bırakan sesi ile ‘ Genelde düşük ve bir de zayıf büyü kullanılmış sevgili Konsey üyeleri.’ Dedi

Xen gözlerine, kulaklarına ve açıkçası vücudunun hiçbir yerine inanmak istemiyordu. Böyle bir güzellik hayatında görmemişti.

‘Bir bu eksikti… Vicdan azabından ölmesini tercih ederdim. İyilik timsali ve aşık… Böhh. Yapmaya çalıştığımız şeyler için pek uygun.’ Diye dalga geçti Dui.

‘Aşk eğer doğru yolu bulabilirse muazzam bir güç verir Dui. Bizi asırlar önce asit denizinin ortasında koruma büyülerimiz olmadan kaldığımızda kurtaran şeydi hatırlarsan.’ Diye karşı çıktı Sui.

‘Sanırım kusacağım.’

‘Ağzın yok Dui’

‘Bunun için şükrediyorum ya. Sen bana laf yetiştirmeyi bırak da bu durumdan nasıl kurtulacağız onu söyle. O arayıcı cadı buraya gelince ne renk parlayacağımızı sen de biliyorsun değil mi?’

‘Bence her şey için çok geç bırakalım da kader ağlarını bir kez daha örsün. Biz elimizden geleni yaptık sonuçta’

Kılıçlar konuşurken Xen bu konuşmaların tek kelimesine bile odaklanamadı. Gözünü bile kırpmadan arayıcının kendine ve iki elinde tuttuğu kılıçlara yaklaşmasını bekliyordu. Arayıcı hüzünlü şarkısına tekrar başladı ve tiz ses tekrar duyuldu.

Salondaki kimsenin sonucu bilmek için arayıcının cümlelerine ihtiyacı kalmamıştı. Şarkı biter bitmez kılıçların üzerinden bir altın bir de gümüş sis bulutu etrafa yayıldı ve dönerek bir girdap oluşturdular aralarından çıkan iki ejderha kafası sağa sola alevler saçtı ve geldikleri gibi girdabın içinde yok olup gittiler.
Salondaki herkesin ağzı şimdi açık kalmıştı.

‘Bunu yapmak zorunda değildin.’ Dedi Sui azarlayan bir ses tonu ile.

‘Eh olayı kadere bırakacağımızı sen söyledin. Kader denen o pisliğin ne yapacağı belli olmaz. Vaktim varken eğleniyorum.’

Xen bu kadar ciddi bir durumla bile dalga geçebilen ve yorum yapabilen kılıçlarına gülümsemeden edemedi. Şaşkınlığını biraz olsun üzerinden atıp kılıçları ile krallara layık bir reverans yaparak eğildi ve ‘Leydim ve sayın konsey üyeleri.’ Dedi.

Fruian seyircilerin arasından kimsenin görmemsine rağmen gözlerini devirdi.

 Xen devam etti. ‘Bildiğiniz gibi hava ırkının üyeleri belirli bir olgunluğa ve eğitim seviyesine geldiklerinde silah odasına götürülürler ve biz kılıçlarımızı değil kılıçlarımız bizi seçer. Çünkü onlar hayat boyu bizim öğretmenlerimizdir. Amacım ne müsabakanızı aşağılamak ne rakibimin karşısında üstünlük kurmaktı. Emin olun kılıçlarımın bu kadar güç sahibi olduğunu ben de müsabakanın ortasında öğrenebildim. Bu durumu göz önüne alarak eğer rakibim de kabul ederse müsabakamıza kaldığımız yerden devam etmeyi öneriyorum.’ Drowa döndü ve bir sonraki cümlesini kesinlikle kabul edeceğinin bilincinde devam etti ‘Tabi kabul etmezsen dövüşmeyebiliriz’

Drowun gözlerinde şimşekler çaktı. Bir drowa dövüşten kaçan bir korkak olduğunu ima etmek bile çok tehlikeliydi ve Xen tam o tehlike sınırında dolaşıyordu.

Drow yığına doğru bir hamle yaptı ve silahlarını kuşanmaya başladı. ‘ Konsey kabul ederse bu savaşı sonlandırmak istiyorum. Ailemin adını savaştan kaçarak lekelemeyeceğim.’

‘Çocuk iyi… En azından ağzı laf yapıyor tabii bir yerlerden güzel bir kız her durumda temin edebilirsek, ve söylemiştim demeni istemiyorum Sui çeneni kapa ve hadi şu olayı bitirelim.’ diyebildi Dui ancak.

Kılıç Konseyi başkanı ayağa kalktı ve derinden gelen sesi ile tekrar konuştu. ‘ Bu ne senin ne de rakibinin seçimi kara elf. Rakibinin elinde çok güçlü kılıçlar var ve biz ünvanımızı sadece eşit dövüşlerle kazanılan mücadelelerde veririz.’

‘Dediklerimi aynen konsey başkanına söylemeni istiyorum Xen’ dedi Sui ve Xen onaylayarak başını öne bir kez eğdi.

‘Efendim… Kılıcım söyle...’ Dui sol elinde uyarırcasına titreyince Xen konuşmasını yarıda kesti.

‘Sen ne yaptığını sanıyorsun ahmak adam. Bizim konuştuğumuzu kimseye söyleyemesin. Sadece sen söylüyormuşsun gibi tekrar et yeter.’ Dui hala elinde sinirle titriyordu.

‘Tamam tamam.’ Diye yarım ağızla mırıldandı Xen ve kılıcın kendine söylediklerini kendi cümleleri gibi tekrarlamaya başladı.

‘Söyleyeceklerim yalnız sizin için Kılıç Konseyi gizli bir görüşme talebinde bulunuyorum.’

Kılıç konseyi üyeleri kendi aralarında fısıldaştılar. Her hallerinden bu talebe şaşırdıklarını belli ediyorlardı ama yine de bu isteği geri çevirmediler.

---0---

Fruian sabırsızlıkla ayağını yere vuruyordu. Mahkeme salonunda beklemediği bir takım olaylar gerçekleşmişti ve bunları hatırlamak bile endişelenmesine ve meraktan çatlamasına neden oluyordu. Gong tekrar çaldı ve Er'daln Harrdelin ile Xen arasındaki mücadele tekrar başladı. Drow belli ki aile şerefini ve kendi hayatını korumak için mücadele ediyordu. Xen ise şimdiye kadar sadece eğitimini gördüğü ve hakkıyla talep ettiği kılıç ustalığı ünvanını almak için. Fakat işler değişmişe benziyordu. Yıllardır yaptıkları dövüşlerde Xen, Furian ile karşılaşırken hep sabırlı, düzenli ve disiplinli olmuştu. Belki de yüz hamle sonra elde edebileceği bir avantaj için riske girmeden sabırla kılıçlarını dans ettirirdi. Furian’ın katlanamayacağı bir durum olsa da gerçek bir kılıç üstadının yapacağı gibi. Fakat şimdi Furian’ın karşısında gördüğü Xen, tam bir dövüş makinesi haline gelmişti. Hırsla saldırıyor, kendini zorluyor, gereken ve bazı gerekmeyen yerlerde riskler alıyor, rakibine ufak da olsa çizikler atmayı başarıyordu. Sanki birisi ondan en sevdiği şeyi istemiş ve o da bu müsabakayı kazanarak onu kurtaracakmış gibi.

Xen hızla geriye doğru koşup arenanın köşesine iki ayağını birden atıp kendi devinimi ile tekrar rakibine doğru kılıçları önde dalışa geçtiğinde, Furian istemsiz olarak gülümsedi. ‘Tam bana göre bir hareket’ dedi. Mükemmel bir denge ve mızrak gibi durarak rakibe uçmak rakibin saldıracağı alanı daraltmak dahianeydi. Bir o kadar da riskli. Saldırısı drow tarafından mızrağının savruluşu ile yavaşlatıldı ve drow yana takla atarak bu ölümcül saldırıdan kaçmayı başardı.

‘Xen içeride de söylediğimiz gibi bir seçim yapman gerekecek.’ Diyordu Sui makul bir şekilde. Sesinde hafif bir hüzün sezdi Xen. Kafasını sağa sola oynattı ve saldırmaya devam etti.

Furian, Xen’in yüzünü okudu kılıçları ile konuştuğunu biliyordu. Az bir süreliğine de olsa o disiplinli katı savunma pozisyonunu tekrar alan arkadaşını inceledi. Drowun fırtınayı andıran kılıçlarını bir bir karşılayışını ve yüzündeki hüznü fark etti. Xen kendisinin bile zor duyabileceği bir şekilde fısıldadı;

‘Bunu benden istemeyin.’ Diyordu.

Hava ırkının o muazzam mirası sayesinde havadaki en küçük değişimi ve titreşimi tüm bedeninde hissedebilen Furian arkadaşının dediklerini duymuştu fakat bu söylediklerine bir anlam veremiyordu.

‘Bunu şimdi isteyemezsiniz. Tam her şey bir anlam ifade etmeye başlamışken… Tam yaşamıma değer katan şeyi bulmuşken’ Xen’in gözü arayıcının onu hüzünle süzen açık yeşil gözlerine takıldı. Kız ağlıyor muydu?

Furian ayağa kalktı. Bu işte bir terslik vardı. Kılıçlar Xen’den ne istemişlerdi ve Xen neden bu kadar hüzünlüydü.

Xen hırs ile bağırdığında Furian’ın düşünceleri dağıldı. Sekiz yaşından beri tanıdığı çocuk bir kez bile olsun dövüşürken bağırmamıştı. Rakibine sağanak yağmuru andıran darbeler ile saldırdı ve onu geriye itti. Sağ omzuna bir çizik, sol ayak bileğine bir tekme ve karnına dirsek atıp tekrar yuvarlandı ve geriye kaçtı. Rakibini köşeye sıkıştırmıştı Xen ve çocukluğundan beri öğrendiği öğretilerde bu durumdan çıkmanın tek bir yolu vardı. Rakibi en riskli saldırısını ve tek vuruş şansını deneyecekti ve Xen ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Pozisyon aldı kılıçlarını iki yana açtı ve önünde kapatıp drowu karşılamak ve onu öldürmek için hazırlandı. Az önce mahkeme salonunda Drowu diğer drowların elinden kurtaran o değilmişcesine hırsla drowu bekledi.

Furian gözlerine inanamıyordu saniyeler sonra Xen bu müsabakayı kazanmış olacaktı yine de Xen in gözleri dolmuştu ve hüzünlüydü. Dudakları ‘Hayır.’ Diyordu bir yakarışla.

Sonrasında Furian’ın tüylerini diken diken eden ve şaşkınlıktan küçük dilini yutmasını sağlayacak olaylar gerçekleşti.

Drow son bir saldırı için güç topladı ve yüzde doksan ölümü ile sonuçlanacak saldırısına umutsuzca başladı. Xen’in kılıçlarının pozisyonu çok doğruydu daha bu hareketi yaparken bile drow öleceğini biliyordu fakat onu bekleyen drowlar yerine bu onurlu savaşçının ellerinde ölmeyi tercih etmişti. Drow ileri doğru atıldı. Kendisini karşılaması gereken Xen’in sol eli bir tangırtı ile Xen’ i iki büklüm bırakarak yere düştü. Asıl saldırıyı yapacak olan ya da yapması gereken sağ eli ise bir ağırlık tarafından aşağı çekildi. Drowun ileriye uzattığı keskin mızrağı Xen’in vücudunu deldi ve arkadan bir kan seli ile birlikte geri çıktı. O an arenada çıt çıkmıyordu. Xen önce dizlerinin üzerine sonra da mızrakla beraber geriye düştü. İnsan annesinin mirası olan kırmızı kanlar arenanın granit taşlarını kaplarken, babasından kalan miras ile vücuduna yaşam veren buz gibi bir sis dalgası da havaya karışıyordu.

Furian ayağa kalktı ve arenaya atlayıp drowu kenara ittirdi. ‘Bu olamaz. Olmaması gerekiyordu!’ dedi. Etrafında kendisi gibi düşünen birini bulmak için gözlerini bir o yana bir bu yana deli gibi hareket ettirirken. Üstadına baktı fakat o da arkasını dönmüş çoktan arenayı terk etmeye başlamıştı. Ellerini sevinçle çırpan ilk dövüşteki gnome hariç kimseden ses çıkmıyordu. Ellerini Xen’in boynuna doğru uzattı ve arkadaşına son bir kez baktı. Sormak istediği o kadar çok soru vardı ki… ama o yine de en saçma olanı sordu ‘Neden?’

Xen inanılmaz bir güçlükle tekrar nefes aldı ve ağzını itiraz edercesine açtı fakat konuşamadan bir öksürük nöbetine tutuldu. Öksürdüğü kan ve soğuk bir sis bulutunun ardından gözlerini son bir kez kapatıp kendini salıverdi…
 -----0-----
DENGE
Bölüm V
Geçmiş ve Gelecek

Melanot oturduğu kaya parçasından, az ilerisindeki yemyeşil çimenlerin üzerinde gülüşen ve eğlenen çocuklara baktı. Erkek çocuklar, ellerinde tahtadan yapılma kılıçları ile çiçeklerden yapılma taçlarını giymiş kızları trollerden koruyorlardı. Kendini bildi bileli yan komşularının kızı olan Anie’ nin etrafına toplanmış bir sürü çocuk vardı ve hepsi de onu korkunç canavarlardan kurtarma vaadinde bulunuyorlardı. Annie attığı kahkahanın ardından gözlerini Melanot’ a kilitledi ve yanındaki çocukları nazikçe iterek kendine yol açtı.

‘Neden burada oturuyorsun Melanot?’

‘Canım sıkıldı.’ Melanot kafasını önüne eğmişti.

‘Sen beni trollerden korumayacak mısın?’ Annie, Melanot’u her zaman yumuşatmayı başarırdı bu cümlesi ile.

‘Zaten seni koruyan dört kişi var daha fazlasına ihtiyacın var mı ki?’ Melanot kendi sesindeki kıskançlığa inanamadı. Annie’ yi kendini bildi bileli seviyordu ve yine kendini bildi bileli ona açılamıyordu.

‘Hem tahta bir kılıç ile bir trolü öldüremezdim.’ diye sesindeki kıskançlığı örtmeye çalıştı Melanot.

‘Eğer inanırsan tahta kılıcınla bir ejderhayı bile öldürebilirsin Melanot. Tek ihtiyacın olan kusursuz bir inanç.’ dedi Annie birden ciddileşmişti.

‘Yarın gidiyoruz Annie’ dedi Melanot. Sonunda. Ağzındaki baklayı çıkarmıştı. ‘Uzaklara… Annem babamın döneceğine dair ümidini artık kesti. Beni bir çeşit yatılı okula göndereceğini söylüyor.’

Annie bir an ne diyeceğini bilemedi. Bir süre Melanot’ a baktı ve arkasına hızla dönüp eve koşmaya başladı. Melanot elini uzattıysa da onu yakalayamadı. Tahta kılıcını yerden alıp evine doğru ilerlemeye başladı. Kendisi ile her fırsatta dalga geçen diğer çocuklara veda bile etmemişti.

Evlerinin önüne geldiğinde, yan eve bakmak için bir süre durdu ve sonra odasına gidip eşyalarını toplamaya başladı. Bir çift yedek kıyafet, yolculuk pelerini, tahta bir kılıç ve babasının madalyonunu aldı. Kapının önüne çıktığında Annie kendisini bekliyordu. Yeşil gözleri kıpkırmızı olmuştu. Biri kıza bir şey yapmıştı! Hemen koşup yanına gitti ve kızı kollarından tuttu.

‘Kim sana bunu yaptı!’ dedi. Sesi istediğinden de sert çıkmıştı. Bunun sorumlusunu bulur bulmaz onu doğduğuna pişman edecekti. Elindeki tahta kılıç belki Trollere karşı etkisizdi ama bir insanı sakat bırakabilecek cinsten sağlam bir ceviz ağacından yapılmıştı. Etrafta dolanan gözleri dikkatliydi ama hiçbir ipucu yoktu.

Annie biraz utanarak geri çekildi ve sonra aniden hafif sinirlenerek. ‘Sen…’ dedi. ‘Bunu sen yaptın ahmak!’

Melanot şaşırmıştı. Kızın kollarındaki elleri yana düştü. ‘Nasıl? Neden?’ diyebildi anlamsızca.

Annie başlarda biraz çekingendi ve utanmıştı ama şimdi hafif bir sinirle kelimeleri arka arkaya sıralıyordu. ‘Kendimi bildim bileli sana aşığım da o yüzden. Ne kadar aptalım ki başka çocuklarla hiç ilgilenmedim. Onlar hep beni canavarlardan korumaya yeminler ediyorlar. Bana prensesmişim gibi davranıyorlar. Sen ise benim sevgimi bile anlamayacak kadar körsün.’

‘Melanot! Hemen buraya gel at arabası yola çıkmak üzere!’ Melanot annesinin sesini duyduğuna hiç bu kadar üzülmemişti.

‘Ben… Sen…’ Melanot bir arkasına bir kıza bakıyordu. Aniden içinde oluşan bir dürtüye teslim olup, kızı kollarının arasına aldı ve onu dolgun dudaklarından öptü. ‘Ben de seni tanıdığımdan beri sana aşığım. Asıl sen benim sevgimi göremeyecek kadar körsün ve bunu tam şimdi ben giderken söylüyorsun!’

Kız öpücüğün etkisi ile şaşırmıştı ve Melanot’ un kendisine çıkışmasıyla iyice afallamıştı. İstemsizce gülümsedi ve annesi tekrar bağırırken o da Melanot’u öptü. İkisi de mıknatıs gibi birbirlerine yapışmıştı ama çocuk kollarını hafifçe gevşetti. At arabasının arkasındaki gıcırdayan tahtaların üzerine kendini attı ve kıza doğru el salladı. ‘Seni bulacağım Annie! Ve senden başkasını sevmeyeceğim’

At arabası ilerlemeye başladı ve çıkan toz bulutunun arasından Annie’ de bir şeyler söyledi. Annesi ne söylediğini anlamamıştı ama Melanot bir şekilde anlamıştı. Hatta kelimeler kızın ağzından çıkarken havada bıraktığı titreşimleri bile hissetmişti. ‘Ben de…’ diyordu kızıl saçlı, beyaz tenli ve yeşil gözlü kız. Melanot hayatında hiç bu kadar güzel bir kız görmemişti. Orda arabanın gitmesini beklerken tıpkı bir heykeli andırıyordu. Kız ağlıyor muydu?

-----0----- 



Furian kucağında ölen arkadaşını nazikçe yere bırakmaya çalıştı. Elleri şimdiye kadar varlığını hiç bilmediği bir yerinden gelen acı spazmları ile sarsılıyordu. Xen’i hep en büyük rakibi olarak görmüştü ve çocukluğundan beri onunla dövüşmek için bin bir türlü bahaneler üretmişti. Okuldaki savunmasız çocuklara yaptığı zorbalıkları bile sırf Xen onları korumaya çalışırken biraz olsun kaliteli bir dövüş bulabilmek adına yapıyordu. Rakibi, arkadaşı, şimdiye kadar ona denk dövüşebilen tek kişi; arenanın parlak taşlarla döşenmiş zemininde hareketsiz yatıyordu.

‘Beni eline al’ derinlerden gelen sesi zar zor duyabildi Furian ve kılıcını istemsizce eline aldı. Kılıcı başka bir silahla buluştu, fakat Furian bir rüyada gibiydi ve arkadaşının canlı olmadığı bu rüyadan hemen uyanmak istiyordu.

‘Kendine gel!’ diye bir uyarı geldi kılıcından ve Furian bu güçlü önermeye karşılık vererek kendisine doğru gelen ikinci kılıcı da savuşturdu. Kafasını sağa sola silkeleyerek kendine gelmeye çalıştı. Gözündeki yaşların oluşturduğu lanet olası bulanıklıktan dolayı görüşü sınırlıydı. Seyirciler, konsey üyeleri hepsi hareketsiz, oldukları yerde kalakalmışlardı. Furian kafasını kaldırıp baktığında kendine saldıran üç drow gördü.

‘Neden? Neden bu haksız saldırıyı izliyorlar? Neden kimse bu işe karışmıyor?’ diye düşünürken kılıcı hemen cevabı verdi. ‘Drowlar zamanı geçici olarak durdurmak için büyü yaptılar.’

‘Ne?!’ diye hakırdı Furian ve şaşkınlığı ona topuklarını yerden kesen bir tekme olarak geri ödendi. Kara elflerle dövüşüyordu hem de üçü ile birden ve bir de baş belası gnome vardı.

‘Sorularını sonraya sakla Furian önümüzde bir dövüş var ve dövüştüklerin arkadaşının bedenini istiyor’ kılıç makul cevaplarla Furian’ın dağılan dikkatini toplamasına yardımcı oluyordu.

İşte bu kadarı fazlaydı. Hiçbir şey anlamıyordu bu kara elfler neden arkadaşının ölü bedenini istesindi ki? Kafa yormayı bıraktı. Yeni kaybettiği arkadaşına duyduğu bağlılık sandığından da derindi.

Hayal meyal gördüğü görüntüler arasında çok ilginç şeyler vardı aslında. Arenada ilk dövüşü yapan savaş boyalı gnome koca bir gülümseme ve bir haykırış işe savaşa katılmıştı. Furian ne tarafa ait olduğunu kestiremiyordu bir türlü. Bazen drowlardan gelen saldırıları bazen de onun saldırılarını karşılıyordu. Fazla savaş beyin hücrelerini öldürmüş olmalıydı.

‘İstediğiniz şeyi ben hayatta oldukça alamayacaksınız.’ dedi boğuk bir sesle arkadaşının ölümüne az önce şahit olmuş Furian. Drowlar sadece sırıtmakla yetindiler ve saldırılarına devam ettiler. Gözünde biriken yaşlar ve boğazında oluşan bir yumru ile sadece reflekslerini kullanarak karşıladığı kılıçlardan birinin arkasından diğeri gelip koluna bir çizik atınca Furian bir anda kendine geldi. Vücuduna bir anda hücum eden acı, hırs, kin ve adrenalini birleştirdi ve arkadaşının tıpkı son dövüşünde yaptığı gibi bir çığlık attı. Rakipleri bu gür bağırış karşısında durakladılar. Hatta savaşı bırakıp kulaklarını tıkamak zorunda kaldılar. Furian’ ın kin ve nefret dolu haykırışı istediğinden güçlü çıkmıştı. Hava ırkından olan atalarına ait yazıtlardaki hikayeleri daha önce de dinlemişti Furian. Ama bunların deli saçması olduğunu düşünmüştü hep. Damarlarında dolaşan ve her hareketini hissettikleri havayı bilmeden de olsa bir silah gibi kullanmıştı. İstemsizce oluşturduğu güçlü ses dalgası rakiplerine çarptığı anda duraksayan üç kara elfe inanılmaz bir güç, atiklik ve hırs ile saldırdı. Belki de hayatında ilk defa dövüşürken yüzünde bir gülümseme oluşmadı Furian’ ın. Gnome şimdi hazırlıksız olan kara elflerden birine sağladığı kısa kılıçlarını bir tekme ile cansız bedenden çıkarmakla meşgulken Furian adına yakışır bir şekilde kılıçları ile dans edercesine büyük bir hızla savaşa katıldı. Savaş çılgınlığı içinde birçok yara almış ve birçok yara açmıştı rakiplerine ama rakipleri güçlüydü ve gnome tamamen apayrı bir konuydu. Kolunda ve belinde bulunan çizikleri o açmıştı. Kara elflerin üzerindeki yaralardan bazıları da onun eseriydi. Her kan akışında hevesle gülümsüyor ve kenara çekilip tekrar savaşa dahil oluyordu.

Furian savaşın adrenali içinde unuttuğu fakat şimdi dövüş uzadıkça sızlayan belindeki yaraya elini götürdü ve eline gelen soğuk esintinin miktarından hemen anladı ki yarası derindi. Onu ölüme götürüyordu. Umursamadı arkadaşı ile aynı arenada onu korumak için ölecekse bu şerefli bir ölüm olurdu. Hava ırkının herhangi bir üyesinin isteyebileceği en onurlu ölümlerden biri olacaktı. Ölümün yanıbaşında onu beklediğini düşününce birden zihni tamamen açıldı Furian’ın. Bu daha önce hiç ulaşamadığı bir konsantrasyon seviyesiydi. Gözlerini kapattı ve gülümsemesine engel olamadan uzun kılıcını etrafında döndürmeye başladı. Drowlar akıllıca davranıp onu iki yanından sıkıştırmaya başlamıştı. Gnome ise şimdilik savaşın dışında kalmayı tercih eder gibiydi. Furian kılıcını döndürdüğü sırada kendi de etrafında dönüp kılıcın devinimini arttırmaya başladı. Vücuduna bir titreme yayıldı. Ölüm sandığından da kısa zamanda onu bulacaktı anlaşılan. Bir rahatlama ve serinlik hissi içinde hızla dönerek rakiplerine yaklaşmaya devam etti. Ölümü yaklaşmış hatta onu kucaklamış olmalıydı. Şimdiye kadar duyduğu en hüzünlü şarkı kulaklarına çalınırken Furian dönmeye devam etti. Kılıcı elinde şiddetle titrerken hatırladığı son şey kulaklarındaki o melodiydi.

-----0-----
Arenada önemli olayların olacağının belki de herkes bilincindeydi dostlarım. Fakat tanrılar sanki bütün büyük olayları tek güne sıkıştırmak için acele ediyordu o gün. Xen kendisi için çok önemli olan kılıç üstadlığı sınavına girmiş ve başarısız olmuştu. Kim bilir belki de başka şeyler kazanmıştı o gün. Çocukluğundan kalan silik ama unutamadığı bir anı mesela… Bedeni cansız bir şekilde kanlı arena taşlarının üzerinde dururken en yakın arkadaşı ve rakibi Furian ise hava ırkı tarihinde ilk defa kılıç fırtınasına dönüşmüştü. Evet yanlış duymadınız. Kılıç fırtınası. O kadar büyük bir konsantrasyon ve bilinçle hareket etmişti ki vücudunda zaten var olan çeviklik özellikleri birden kat be kat artmıştı. Karşılaştığı zavallı drowlar bir kılıç fırtınası hayatlarında hiç görmemişti ve ona yaklaştıkları anda vücutlarının muhtelif yerleri parçalanarak korkunç bir şekilde can verdiler. Unutmadan belirtmeliyim. Bu işin içinde başka birisi daha vardı tabi ki. Kendisine verilen tüm emirlere karşı gelerek Furian’a yardım eden o hüzünlü kız.
Soru soran seslerinizi duyar gibiyim. Peki ya ne yaptığı anlaşılmayan deli gnoma ne oldu der gibisiniz. Eh bunu da başka bir kitabımda anlatırım size dostlarım.

Yazan Mithalos. Efsaneler Tarihi kitabından alıntıdır.

DENGE
Bölüm VI
Büyü Okulu

Yaklaşık yirmi kişilik bir gruptu. Bedenleri, üzerlerine giydikleri büyücü cüppelerine küçük geliyordu ama yine de tehlikeli bir gruba benziyordu. Ellerindeki kitaplar ve kemerlerine taktıkları keselerden baharatımsı kokular yayılıyordu. Her hallerinden bir çeşit büyücü oldukları belli oluyordu. En önde gruba liderlik eden Cordi’nin, elinde taşımakta zorlandığı bir kitap vardı ve bir yandan cüppesini çekiştirmekle meşguldü . Grup yolda tozlar çıkartan ilerlemesini durdurdu ve devasa kulenin önünde aniden durdular. Cordi bir adım öne çıktı ve kulenin kapısının hemen önünde bekleyen karartılmış metalden zırhlar içindeki, uzun boylu, geniş omuzlu kadına seslendi.

‘Geçmemize izin ver ya da tutsağımız ol!’

Bunu söylemesi ile birlikte gruptan hevesli birkaç çığlık duyuldu. Zırhlı kadın kılıcı ile reverans yaptı ve yukarıya doğru çıkan kulenin sarmal merdivenlerinde gruba eşlik etti. Kulenin en tepesine geldiklerinde yirmi kişilik grup o kadar yorulmuştu ki artık sağa sola tehdit saçacak takatleri kalmamıştı. Koca zırhlarına rağmen, yılların vermiş olduğu eğitim ile hala atik ve hızlı bir şekilde merdivenleri çıkan Tyren hariç herkes oflayıp puflamakla meşguldü. Sonunda kapıya ulaştıklarında Tyren kapıyı saygı ile çaldı ve giriş izni verilmesini bekledikten sonra içeri girdi.

‘Hoş geldin Tyren. Bu şerefi neye borçluyum?’ dedi çalışma masasının üzeri parşömenlerle dolup taşan Mithalos. Kısa kesilmiş saçlarının yanlarında hafif kırçıllar vardı ve yüzündeki o sıcacık gülümseme ile Tyren’ e baktı. Gözündeki altın işlemeli gözlükleri çıkartıp gözlerini kısarak şövalyenin arkasından oflaya puflaya merdivenleri çıkan gruba takıldı gözleri.

Tyren ellerini iki yana açarak teslim olurcasına ‘Onları buraya getirmezsem beni tutsak alacaklarını söylediler efendim. Başka çarem yoktu yirmisi ile başa çıkamazdım’ dedi ve göz kırptı.

‘Gelin bakalım ufaklıklar.’ dedi Mithalos en içten sesi ile. Her zaman ilk sınıf öğrencilerine tarih dersi anlatmaya bayılırdı. Zaten büyücülerin çoğu sadece ilk yıllarında tarihe önem verirlerdi. Büyü sanatını öğrenme hırsı diğer her şeyin önüne geçene kadar bütün çocuklara tarihin bir kısmını anlatmak için bu büyücülük okuluna gelmişti Mithalos. Böyle ünlü birini ağırlamanın onlar için büyük onur olduğunu düşünen yöneticilerin ona verdiği kulede tarihi yazmaya devam ediyordu.

‘Biz ufaklık değiliz.’ Dedi Cordi. Biraz içerlemişti. ‘Biz artık büyücü olduk Mithalos’

Tyren bir kahkaha patlattı ve daha sonra özür dilercesine Mithalos’a bakarak çıkmak için izin istedi. Mithalos da iki gözünü kırparak ona çıkması için izin verdiğinde kapıyı arkasından kapatarak görev yerine dönmeye koyuldu kadın. Kapının arkasından duyulan kahkahaların giderek uzaklaşması ile sert görünümleri yumuşayan çocuklar cüppelerini çekiştirerek yerlere oturdular ve Mithalos’a beklenti içinde bakmaya başladılar.

‘Bize tarih anlatır mısın Mithalos lütfen… Bize Xen’in hikayelerinden anlat…’ dedi yalvarırcasına Cordi. Diğer çocukların sesi de odada yankılanmaya başladı ‘Lütfen… Lütfen… Lütfen…’

Mithalos ellerini kaldırdı ve şefkatle gülümsedi. ‘Eh pekala çocuklar bugün kayda değer bir olay olmadı zaten. Sanırım vaktimin bir kısmını size tarih anlatmakla geçirebilirim.’

Mithalos sözünü bitirir bitirmez bir ‘Oleyyyy’ sesi yükseldi çocuklardan. Elindeki gözlükleri masaya bırakan Mithalos şöminenin yanına rahat bir koltuk çekti ve oturdu.

‘Pekala çocuklar. Şimdi anlatacaklarımı çok iyi dinleyin ve sakın unutmayın. Xen daha doğmadan…’ Dedi Mithalos ve çocuklardan bir itiraz sesi yükseldi. ‘Biliyorum, Xen hakkında hikayelere bayılıyorsunuz ama bu anlatacaklarım zaten Xen ile ilgili. Doğmamış olsa bile…’ İtirazlar azalmıştı ve bütün çocukların zaten pürdikkat onu dinlediğini görünce gülümsemesine engel olamadı.
---0---

Ejderhaların görkemli ve güçlü, şövalyelerin onurlu ve inatçı, kötülüğün saldırgan ve sinsi olduğu bir çağda geçiyor öykümüz çocuklar. İşte böyle bir zamanda tarihin en büyük, en görkemli ve en talihsiz savaşı olan Kaos Savaşı patlak vermişti…

 DENGE
BÖLÜM VII
KAOS SAVAŞI



Ejderhalar dünyaya gönderilmeden çok önce… Dünyaya tam bir kaos hakimdi. Kendinden büyük bir güç olmadığını düşünen insan ırkı sadece yakıp yıkmayı ve üstünlük kurmayı amaçlayan düşüncesizce davranışları ile dünyayı yaşanmaz kılıyordu.

Tarih kitapları der ki, Kaos Savaşı’ndan yüzyıllar önce ejderhalar dünyaya insanları yönetmek için gönderildi. Güçlü, zeki, yetenekli, kimilerine göre ölümsüz ve açgözlüydüler. Bir liderde olması gereken bütün vasıflara sahip bu ejderhalar çağlar boyunca Ejder Krallar olarak anıldılar. Dünyanın bölünmüş ve savaş içindeki her bir krallığına bir ejderha gönderildi ve onları yönetmeleri istendi.

Tanrılar yanılmamıştı. Her bir Ejder Kral ülkesini başarıyla yönetti. İçlerinde bulunan muazzam büyü gücüne ve devasa fiziki güçlerine bir de zekâları eklenince bir anda insanların bu krallara karşı isyan başlatma istekleri azalmıştı. Ejder Krallar’ın en büyük zaafı değerli madenlere ve parlak taşlara olanıydı. Bu zaafları bile insanları yönetmede onların işine yarıyordu. Eksiksiz bir vergi sistemi ile her biri hazinesini ve dolayısı ile ülkesinin ekonomik gücünü büyütüyordu. Bu zenginleşme çağında savaşlara tam yüz otuz iki yıl boyunca ara verildi ve her krallık kendi içinde gelişmeye başladı. Hazine tepeleri büyüdükçe büyüdü ve çeşitli uzak ülkelerden gelen hediyelerle doldu.

Tek sorunları vardı; çok yalnızdılar. Bunun en büyük sebebi de cüsseleri ve etraflarına saçtıkları korkutucu auralarıydı. İnsanlar onlardan korkuyordu. Saygı duyuyordu ama onları bir türlü insan bir kralı sevecekleri gibi sevmiyorlardı. Savaşların ve kaosun son bulmasının yüz otuz yedinci yılında Güneyin büyük ve kudretli büyücüsü Ejder Kralların diyarına ziyarette bulundu. Ejder Krallar bu büyücüye önce temkinli yaklaştılar çünkü insanlar arasında kendi güçlerine denk bir büyü gücüne ve belki de daha fazlasına sahip tek bir kişi vardı.


Talu’ydu, Güney’in aman vermez çöllerinde yaşam mücadelesi veren halkın kralının adı. Söylenene göre büyü gücü o kadar kudretliydi ki; sıcaktan kavuran güneşin altında çağlayanlar oluşturabiliyordu. Denilene göre çölün ortasında, yemyeşil bitki örtüsü olan, çağlayan kenarına yerleştirilmiş bir kalede halkıyla beraber yaşıyordu. Ejder Krallar onu delicesine kıskanıyordu. Çünkü onda sahip olmadıkları tek şey vardı; Halkının sevgisi ve desteği.

Çok geçmeden açgözlülüğüne boyun eğen Ejder Krallar birer birer ordularını toplayıp, Güneyin mutlu görünen halkına saldırmaya başladılar. Talu ülkesini cesareti ve gücüyle korumaya devam ettikçe halkı onu daha çok sevip saymaya başladı. Onun için çölün dibinden büyük taşlar çıkarıp büyük surlar inşa ettiler. Onun heykelleri ile krallıklarının her yanını doldurdular. Açgözlülükleri ile Talu’ya saldıran Ejder Krallar’ın ülkesinde ise işler pek de iyi gitmiyordu. Her Güneye saldırılarında hazineleri azalıyor ve her başarısızlıklarında halkları onları daha çok isteksizce takip ediyordu. Tek istedikleri, tek kıskandıkları sevgi uğruna daha az seviliyorlardı günden güne.

Sonunda tek başına Talu’ yu yenemeyeceğini anlayan ejder krallardan Than, Orix ve Atish bir araya gelip güneyin çöl ülkesine saldırdılar. Dev surlar ejderhaların nefesiyle arka arkaya dövüldü. Açılan deliklerden kuzeyin, yani ejder kralların orduları akın akın Talu’nun cennet parçası şehrine saldırdı. Yıllarca emek verip çalıştığı bütün her şeyin yıkılacağını anlayan Talu, teslim oldu ve krallığına zarar vermemeleri için ejder krallara geri çeviremeyecekleri bir teklifte bulundu.  Üç ejder krala, ömürlerinde görüp görebilecekleri en büyük yakutlardan verdi ve bunları öyle bir büyü ile doldurdu ki; ejder krallar bu taşları kullanıp istedikleri zaman insan suretine bürünebileceklerdi.

Talu’nun krallığını yalnız bırakan ejder krallar aynı zamanda çok akıllıca planlanan bir savunma stratejisinin de parçası olmuşlardı. Eğer Talu ölürse yakutların içindeki büyü gücü de solup gidecekti.

Böylece başladı tam kırk iki yıl süren Kaos Savaşları. Diğer ejderhalar da ordular toplayıp Talu’ dan zorla bu taşlardan istemeye çalıştılar ama ne zaman bunu deneseler, Than, Orix ve Atish ‘ den oluşan ittifak karşılarına çıktı. Savaşın kırk ikinci yılında Güneyin aman vermez çöllerinde at koşturan, on sekiz gümüş zırhlara bürünmüş şövalyenin eşliğinde Talu geldi. Bütün krallıklara birer şövalyesini gönderip onlara şunları söyledi:

 ‘Siz Ejder Krallar, yaptığınız savaşlar ve iktidar kavgaları yüzünden yıllardır fakir düştünüz. Çiftçilere ekin almaları için para vermek yerine askerlerinize kılıç ve kalkan aldınız. Bunun sonucunda halklarınız fakirleşti. Hepiniz ne kadar kötü krallar olduğunuzu bir kez daha kanıtladınız bizlere. Ben ise bunların hepsinin çaresini elimde bulunduruyorum. Krallığımın ücra köşelerinden bin bir türlü zorluklarla getirttiğim on sandık dolusu yakutu sizlerden sadece biri ile paylaşacağım. Bunlar öyle yakutlar ki; kullanana büyük güç ve kudret verecek. Druia Ovasında sandıklarımla birlikte bekliyor olacağım ve hayatta kalan son ejderhaya bu hazineyi hediye edeceğim.’

Ejder krallar akıllıydı akıllı olmasına fakat on sandık dolusu büyülü yakut iştahlarını kabartmıştı. Sonunda bu parlak taşlara olan isteklerini bastıramayan ejderhalar ordularını da toplayıp Druia ovasına akın ettiler.

Talu’ dan hiçbir iz yoktu ve sandık öylece ovanın ortasına bırakılmıştı. İlk oraya ulaşan ejderha Unix sandıkları aldı ve büyülü bir koruma olmamasına şaşırmasına rağmen sandıklarla beraber krallığının yolunu tuttu. Fakat ejder krallar bir bir ovaya gelmeye başladığında yakutların Unix de olduğunu gördüler ve hep birlikte onu yok ettiler. Druia Ovası bir anda birbirine saldıran insanlar ve onarlın tepelerinde uçarak onları yakan alevler gönderen ejder krallarla doldu.


Tam üç gün ve üç gece süren savaş acı bir sonla noktalandı. Bütün insanlar ikinci günün sonunda ölmüştü ve geriye sadece sekiz ejder kral kalmıştı. Ejder kralların her birinin vücudunda ölümcül yaralar vardı ama inatla birbirleriyle savaşmaya devam ettiler. Üçüncü günün sonunda Than ve Orix bu savaşın kazananı olmayacağını anlamışlardı. Atish’in yerde yatan cansız bedenine bakan ikili bir karar verdi. Yakutlarını kullanıp insan suretine bürüneceklerdi ve yerde yatan ölü insanların arasına karışıp bu savaşı bilek gücü ile değil kurnazlıkları ile kazanacaklardı.

Sonunda pullarının arasından kızıl kanlar akan, zalimliği ve krallığında suç işleyen insanları bir bir yemesi ile nam salan Ritua ayakta kalmıştı. Son rakibini de yere serdi koca kızıl ejderha ve büyük bir kahkaha attı. Sendeleyerek yakutlara doğru ilerledi ve pençeli ellerini sabırsızca sandıklara uzattı. O sırada Than ve Orix’ in ona arkadan saldırmak için koştuklarını fark etmedi bile.

Büyük bir kayalığın ardından savaşı yüzünde koca bir gülümseme ile izleyen Talu ellerini havaya kaldırdı ve çok kadim ve büyük güçte büyü sözlerini havada birikmekte olan bulutlara haykırdı. Gökyüzünde şimşekler çaktı ve büyük bir patlama ile sandıklar dolusu yakut etrafa saçıldı. Büyülü sözlerine devam eden Talu hafifçe sarsıldı ve dizleri üzerine çöktü. Yapmakta olduğu kolay bir büyü değildi ama içinde bu işi tamamlayacağına dair inanç vardı. Yakutlar bir araya geldi ve içlerinden bin bir renkte ışık parçası etrafa saçıldı. Birbirine girmiş ve hala savaşan üç ejderin etrafında bir çember oluşturdular.
-----0-----


Xenation kırmızı pelerini arkada delicesine sallanırken atını fırtınanın olduğu yöne doğru hızla sürmeye devam etti. Tam üç gün üç gecedir yoldaydı sürgündeki şövalye. Kaos Savaşı’nın son çarpışmasının başladığını haber alır almaz, Kuzey Doğudaki sürgün adasından yola çıkmıştı. Halkına olan sadakatini son kez yerine getirip huzur içinde Tanrıların katına çıkmaya niyetliydi. Zırhı ve kalkanı mat gümüş renginde kırmızı işlemelerle süslüydü. Miğferinin kafalığının kenarında şahin kanatları oyulmuştu. Bu onuru hak ediyordu da. En hızlı ve en cesur şövalye seçilmişti yıllar önce yapılan sayısız savaşta. Zaten bu yüzden zalim ejder kral Unix tarafından sürülmüştü uzaklara. Halk onu kraldan daha çok sevmeye başlamıştı.

Savaş alanına geldiğinde gözleri hayret ve tiksinti ile açıldı. Tüm insanlar, tüm savaşanlar vücutlarında yanıklar ve geniş yarıklarla yerde yatıyordu. Unix’in cansız bedeninin hemen yanı başında, savaş alanının ortasında hala savaşan üç ejderha büyülü bir şekilde ışık saçan yakutlar tarafından sarılmıştı. Büyük kan çukurlarına bata çıka dövüşmeye devam ediyorlardı.

Talu bu büyük büyüyü tek başına yapamayacağını biliyordu ama halkını korumanın tek yolunun bu ejder kralları sonsuza kadar yok etmek olduğunun da bilincindeydi. Bunun için yıllarca kendisini çelmeye çalışan Kaos Tanrısı Tarundi ile bir anlaşma yaptı. Kaos tanrısı, eğer ona istediği büyü gücünü verirse, o da üzerine düşeni yapıp tarihte görülmüş en büyük savaşı başlatacaktı. Üçüncü günün sonunda üç ejder dövüşürken Kaos Tanrısı doyumun doruklarına ulaşmıştı ve Talu’yu yüz üstü bıraktı. Nasıl olsa istediğini almıştı.

Güzel ve düzgün fiziği olan üzerine sadece beyaz tülden elbise giymiş bir kadın büyücünün bulunduğu tepenin arkasında belirdi. Talu bile onu fark etmemişti ama o gizlice Talu’nun büyüsüne kendi gücünü kattı ve onu destekledi. Talu sonunda büyüsünü tamamladı ve dermanı kalmamış dizleri onu daha fazla taşıyamadı. Öne doğru sendeledi ve talihsiz bir şekilde uçurumdan düşerek can verdi. Savaşan ejder krallardan ise sadece ikisi hayatta kalmıştı ama ışık o kadar parlaktı ki hangileri olduğu seçilmiyordu Xenation. Büyü tamamlandığında savaşan ejderler yok oldu ve savaştıkları kan çukurunun üzerinde biri altın biri gümüş işlemeli iki kılıç belirdi.

Xenation kan çukuruna doğru hızla ilerledi tereddüt etmeden içine dalıp kılıçları çıkardı ve nefes nefese ellerine baktı. Kanın bir damlası bile kılıçlara bulaşmamıştı ve kılıçlar demirci ocağından yeni çıkmış gibi parlıyordu. Kılıçlar ellerinde titreyip onunla konuşmaya başladığında hayretle ağzı açıldı. Ejder Kralların ruhunun bu kılıçlara hapsolduğunu hemen anladı Xenation fakat hangi ikisinin ruhunun hapsolduğunu asla öğrenemedi. Defalarca ‘ Siz hangi Ejder Krallarsınız?’ diye sorduysa da cevap alamadı.

Kılıçları eline aldıktan hemen sonra kan ile harmanlaşmış çamurla kaplı ovanın kenarında güzelliği ve ışıltısı ile dikkatini hemen çeken bir kadın gördü. Kadın o kadar uzakta duruyordu ki neredeyse kadın olduğunu bile zor seçebiliyordu ama yine de içten içe biliyordu dünyadaki en güzel kadındı bu. İstemsice ayakları onu bu kadına doğru götürdü.

Kadın inanılmaz derece düzgün fiziğe sahipti ve vücudunun kıvrımlarını göstermekten zevk alırcasına omuzlarından aşağı sallanan beyaz incecik bir kumaşı sade görünen fakat yakından bakıldığında binlerce detaylı motife sahip olan gümüşten bir kemerle tutturmuştu. Konuştuğunda en pis savaş kokusunu bile silen bahar esintileri Xenation’ a doğru geldi.

‘Kuzeye git Xenation sürgün edildiğin adaya. Sonra kendine bir yelkenli inşa et ve yedi gün yedi gece boyunca Kuzeye git ben yelkenlerini hava ile dolduracağım.’

Xenation hiç ‘Neden?’ diye sormadı. Sormak aklına bile gelmedi. Elinde deli gibi titreyip ona zihninden konuşan ejderha kralları bile duymadı. Atına atladı ve üç gün at sürerek sürgün edildiği adaya ulaştı. Burada kendine yapabileceği en güzel yelkenliyi yaptı ve Güzel kadının söylediği gibi 7 gün boyunca Kuzeye yol aldı. Fırtınalarla boğuştu, dalgalar iki kez gemisini alaşağı etti ama o yılmadı. Ona söz verildiği gibi yelkenleri hep hava ile dolu oldu.

Yedi günün sonunda bitap düşmüş şekilde karaya vurduğunda bacaklarında derman kalmamıştı.  Altı günü at sırtında on günü de aralıksız denizde geçiren Xenation kendini kaybetti ve sahile kendini bilinçsizce bıraktı.


Uyandığında etrafı küçük şelale havuzları ile dolu olan bir odadaydı. Temiz çarşafların ipeksi yumuşaklığından bir o tarafa bir bu tarafa dönerken keyif aldı. İnanılmaz güzel görünen meyvelerin kokusu burnuna kadar geldi. Meyveleri açlık ile ağzına tıkıştırırken bir yandan başında duran ve keşişler gibi giyinmiş adama göz gezdirdi. Son lokmayı da yuttuğunda adama dönüp ‘Nerdeyim ben?’ dedi

‘Senin gibi güney krallıklarından kaçan mülteciler arasındasın kardeşim.’ Dedi keşiş olabilecek en sakin ses tonu ile.

‘Benim gibi mi? Ben… Ben halkımın hepsinin öldüğünü sanıyordum.’ Dedi Xenation başını savaş alanının iğrenç görüntüsü ile önüne eğerek.

‘Burada yeni bir yaşam kurduk. Bu küçük yerleşim yerinde inzivaya çekildik ve kendi ırkımızdan olanları yetiştiriyoruz.’ Eliyle işaret etti keşiş ve dışarıya buyur etti yabancı savaşçıyı.

Çocuklar ellerinde soplar birbirleri ile dövüşürken kadınlar ellerinde sepetlerle onlara meyve ve ekmek taşıyorlardı. İleride büyük beyaz bir binanın avlusu çitlerle çevrilmişti ve genç erkeklerin çoğu bu çitlerin etrafına sıralanmıştı. Ortada ise birbiri ile duello yapan iki genç vardı. Gençlerden biri yapılan hamleyi savurdu ve karşı atağa geçti. Diğeri ise hamleyi karşılamak için çok geç olduğunun farkına vardı ve doğuştan gelen yeteneğini kullanıp havaya yükseldi.

Xenation aniden keşişe döndü ve ‘O…’ şaşkınlıktan cümlesini tamamlayamadı.

‘Evet’ dedi keşiş başını sallayarak ‘Bizler, yani ejder kralların zulmünden kaçanlar, burada bir yaşam olduğunu bilmiyorduk. Buraların bizim krallıklarımızdan bile daha geniş bir coğrafya olduğunu öğrendiğimizde senin gibi şaşırmıştık. Fakat bu ülkeye geldiğimizde damarlarımızda kan yerine havanın dolaştığını ve onu vücudumuzun her zerresinde hissedebildiğini öğrendiğimizde daha da şaşırdık. Bize burada Hava Irkı deniyor kardeşim. Aramıza hoş geldin...’
-----0-----
‘Ve böylece dövüldü ejder kralların ruhunu içinde barındıran güç kılıçları ve böylece bizim topraklarımıza taşındı.’ Dedi Mithalos hafifçe gülümseyerek. İzleyicileri dikkatlerini bir an olsun kaybetmemiş gözlerini bile kırpmadan onu dinlemişti ve soran gözlerle ona bakıyorlardı.
‘Bu davetsiz misafir, adasından sürgün edilen şövalye aslında farkında olmadan beraberinde tüm Tanrıların sahip olmak için can attığı büyülü eşyalar getirmişti…

İyilik Tanrısı Treal bu ejderlere sahip olursa kötülüğün ordularını def edeceğine inanıyordu ve kendine inananlardan büyü gücüne sahip olanlarını eğitmeye başladı. Kendini sırf bu kılıçları bulmaya adamış Arayıcılar topluluğu ilk olarak böyle ortaya çıktı. Her yerde büyüleri ile eşyaların büyü gücünü kontrol edip Tanrıları olan Treal’e mutlu haberi vermek için can atan bir mezhepti.

Kötülük Tanrıçası Psaela ise emrinde çalışan en sinsi, en yetenekli ve en güçlü ırkın üyelerinden elit bir topluluk oluşturdu. Bu topluluk o kadar gizliydi ki bu gün bile isimleri bilinmez. Ama üyelerinin drowlardan oluştuğunu çok iyi biliyoruz.

Kaos Tanrısı Tarundi ve Tarafsızlık Tanrısı Seveal ise ordulara sahip değillerdi. Onlar iyi ve kötü gibi kavramlar için kavga etmezlerdi. Bu yüzden iki taraf da kendine bir şampiyon seçti ve onları büyük güçlerle donattılar. Böylece yeryüzünde Kaos Tanrısı’nın seçilmişi yüzyıllar boyunca ejder kralları ararken Seveal’ın seçilmişi bu kılıçları saklamak ve korumakla görevlendirilmişti.

Xenation’un Hava Irkı tapınağına ulaşmasının yedinci gününde o güzel kadın tekrar ziyaretine geldi ve ona dedi ki: ‘Sen ve senin soyundan gelenler cömertliğimle tanışacaklar ve büyük güç sahibi olacaklar. Nesiller boyu sen ve senin çocukların benim seçilmişim olacak ve elinde tutmuş olduğun kılıçları koruyacak. Şimdi elindeki kılıçları ver ki onları birleştirip daha az dikkat çeken bir hale getirebileyim.’

Şövalye tereddüt etmeden Tanrıçası Seveal’ın önünde dizleri üzerine çöktü ve kılıçları ona sundu. ‘And içerim ki kraliçem ben ve mirasçılarım size hayatlarımız pahasına hizmet edeceğiz.’

Seveal büyülü sözleri söyledi ve büyük bir ışık patlamasının ardından kayboldu. Az önce durduğu yerde eline aldığında hafifçe titreyen ama eski ihtişamlı kılıçların görkeminin yanından bile geçemeyecek kadar paslı bir kılıç duruyordu.

Evet çocuklar doğru bildiniz bu şanlı şövalye Xen’in büyük büyük babasıydı.

Arenadaki savaşa gelecek olursak. Şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur umarım O kötücül bakışlı drowların neden müsabakayla ilgilendiğini ve kılıçların bile neden kimliklerini açığa vurmak istemediğini. Hava ırkının üyelerinin dört yüz yıl kadar ömürleri olduğunu düşünecek olursak yaklaşık bin altı yüzyıldır saklı tutulan kılıçların arenada açığa çıkmasının ne kadar büyük bir olay olduğunu şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur. Kimilerine göre Kehanet adı verilen öngörüler gerçekleşmişti. Kim bilir belki de dünyanın sonunu getirecek olan ejder kralların gücü tekrar açığa çıkmıştı.

Ama bir şeye emin olabilirsiniz. O gün arenada Tanrısının emirlerine harfiyen uyan tek bir seçilmiş vardı. O da pembe saçları ve savaş boyalı yüzü ile tanınan ne yaptığı belli olmayan deli gnomdan başkası değildi.
----o-----

DENGE
BÖLÜM VIII
Değişen Hayatlar

Parlak zırhlarla kaplı kaslı kolları ile uçan atın yelesine sıkıca tutunmuştu Xen.Yüzlerce farklı sancağı taşıyan, zırhlarından bulutlu havanın boğuk ışığı yansıyan şövalyeler düzenli bir şekilde savaş alanını terk ederlerken, hüzünlü bir melodi çalan bando takımı havadaki kasveti iyice arttırmıştı. Bu düzenli ordunun tam zıt yönünde her bir yana düzensice kabileler halinde dağılan, hatta dağılırken bile kendi aralarında kavga eden ork grupları yer alıyordu. Xen güçlü kolları ile tuttuğu yeleyi hafifçe çekti ve uçan atı yere doğru yöneltti. En çok değer verdiği dengeyi korumak adına en nefret ettiği şeyi yapmıştı yine. Dağılan orkların çaldığı kalın borular, şövalyelerin hüzünlü melodisine karışmıştı. Atından inip öldürdüğü şövalye ve orkların yerde bıraktığı kanlı izlerin önünde durdu. Kulağına çalınan hüzünlü müzikle ayaklarını sürüyerek savaş alanından uzaklaşan kalabalık ork grupları ve şövalyeler, arkadaşları için mi yoksa savaşamadıkları için mi bu kadar isteksizler acaba diye merak etmeden duramadı.

Uzun bir süre en iyi kılıç üstadlarından eğitim görmüştü Xen ve yüzyıllardır savaşıyordu. Amaçsızca duello yaptığı gençlik yılları ve bir amaç uğruna savaştığı uzun yılların görüntüleri zihninde birbirine karışmıştı. Şövalyelerin liderleri güvenli surlarının arkasına geçmek üzereydi. Bulutlu havanın hafif nemli ve güneş ışınlarından yoksun ferahlatıcı kokusu burnuna çalınırken, Xen havadaki titreşimleri şövalyelerin yanındaymışcasına duyabiliyordu. Onur, gurur, şan, şöhret ve orklara karşı zaferden bahsediyorlardı. Dudakları yukarı doğru kıvrıldı ve sinirle gülümsedi. Kimse savaşın o kötü yüzünü görmek istemezdi. Savaşta düşenlere kutlamalar, şaşalı törenler, yakınlarına ise hediyeler sunulurdu. ‘Bir amaç uğruna cesurca öldü.’ denirdi hep. Oysa ki, Xen biliyordu. Hem de çok iyi biliyordu ki muharebe alanında bu anlatılanlar neredeyse hiç yaşanmazdı.

Dümdüz uzanan Tenador Ovası’nın ortasında bulunan Seveal’ın sancağına tutundu ve bir dizinin üzerine çökerek çelik gibi sert bakan gözlerini usulca yumdu. Görüntüler hemen gözleri önünde akmaya başladı. Kalabalık ork güruhu, dört nala üzerlerine gelen parlak zırhlı şövalyeler ile karşılaşmak üzereydi. Dikkatle izledi Xen. Etrafında ne gurur, ne de onur görebiliyordu. Tek duyduğu ve keskin olarak tadabildiği şey olan ‘korku’ havayı doldurmuştu. Tüm benliğinde savaş alanındaki her bir orkun ve şövalyenin korkularını hissedebiliyordu. Büyük bir gürültü ile ilk sırayı oluşturan orkların devasa baltaları, şövalyelerin dört nala koşan atlı birliklerinin mızrakları ile buluştu. Bütün o ihtişamlı sözlerin unutulması için savaşın ilk saniyeleri bile yeterliydi. Hızla kafasını uzağa çevirdi Xen. Hayatında yeterince kan ve vahşet görmüştü. Kafasını çevirdiğinde gördüğü manzara karşısında gülümsedi tekrardan. Şanlı ve onurlu şövalyelerin bazıları savaş alanını terk etmeye başlamıştı bile. Hiçbir şeyden korkmayan vahşetle doğup kinle yaşayan orklar gibi. Kaçanların bazıları kendi askerleri tarafından katlediliyordu ve hain olarak damgalanıyordu. Kim bir metre önündeki arkadaşının parçalara ayrılıp her uzvundan kanlar fışkıran görüntüsünü görüp ümitsizliğe kapılmazdı ki? Körü körüne böyle bir savaşa devam etmek için deli olmak gerekirdi ve görünüşe göre yeterince deli bu alanda toplanmıştı.

Kimse savaşın bu yönünü anlatmazdı. Belki de bunları görüp anlatacak kadar uzun süre yaşayamadıkları içindir kim bilir. Ama Xen çok iyi anlıyordu. Kuru toprağın bir saat içinde ter ve bolca kan ile sulanmış yapışkan bir çamura dönüşmesini izledi. Güç ve hızla saldıran gurupların birbirlerine yorgunluk, susuzluk ve ümitsizlikle, kalan güçlerinin son bir damlası ile etkisiz vuruşlarını izledi. Bir süre sonra balçığa dönen çamurun üzerinde dayanıklılık savaşı verilecekti. Zırhların ağırlığı alınan darbeler ile on kat artmış ve savaşanların üzerlerinde inanılmaz bir baskı yaratmaya başlamıştı. Ölümü açıkça davet etmek için bile olsa yorgunluktan bitap düşmüş şövalyeler, zırhlarından birkaç parçayı üzerlerinden çıkarmaya başladı. Yere düşenlerin sayısı o kadar fazlaydı ki adım atacak yer bulmak çok zorlaşmıştı. Adım atacak yer bulunsa bile çamura gömülen ayaklarını geri çıkarmak ve yeni bir hamle yapmak işkence haline gelmişti.  Yerde yatanların neredeyse üçte biri yorgunluktan bayılmıştı. Güneş batarken ayakta kalabilen insan ve orklar birbirleri ile boğuşmaktan öteye gidemiyorlardı. Saçı başı kan, ter ve çamurla yıkanmış suratı artık görünmez olmuş bir şövalye parmaklarını bir Orkun gözüne batırdı. Acı çığlığı atan ork o anda sıktığı şövalyenin boğazını daha da hiddetle sıktı. İkisi birden birbirlerine kenetlenmiş şekilde, çamurla kaplı yer yer bordoya çalan ölü nehrine katıldılar.

Kimse kızılımsı çamurdan, kesilen ve biçilen uzuvlardan, ölü yatarken gözleri kargalar tarafından çalınıp götürülen cesetlerden, baygın yatarken tek tek bıçaklanarak öldürülen cesur savaşçılardan, birbirine saldırırken suratlarında oluşan korku ve üzüntü ile ölümü bulan kahramanlardan bahsetmezdi. Çoğu savaşçının öleceğinin bilincine son anda varıp savaşırken ağladığını kimse bilmezdi. Bilenler de hayatları pahasına bu sırrı saklar ve ‘ Cesurca öldü.’ Demekle yetinirdi.

Xen daha fazla dayanamayıp gözlerini tekrar açtı. Kendine her gün yeniden dengeyi sağlamak adına yaptıklarına dayanma gücü veren, Seveal’ın mükafatına şükretti. Eğer bu yerde yatan az sayıda şövalye ve orku öldürmeseydi ne olacağını az önce görmüştü gözlerini kapatınca. Şimdi yaptığından ve kendinden daha da emin ayağa kalktı. Bu yeteneği olmasaydı bir gün bile yeni yaşamına dayanamazdı. Balçıkla kaplanmış kan gölünün içinde yatan yüzlerce cansız bedeni düşündü. Tekrar kendi kendine fısıldadı kimsenin duyamayacağı şekilde ‘Üzgünüm…’

O kadar uzun süre düşüncelere dalıp, kanla kaplı toprağın üzerinde hareketsiz durmuştu ki bir karga onu heykel zannedip üstüne konmaya kalktı. Asperi’den gelen sinirli bir kişneme ile son anda farklı yöne uçan karganın telaşlı kanat çırpışları Xen’i kendine getirdi.

Bu alternatif geleceğe bakış onun yaşam enerjisini az da olsa götürmüştü. Duyuları yavaş yavaş eski haline dönerken atı tekrar kişnedi. Xen bu kişneme tonunu çok iyi biliyordu ve hızla sese tepki vererek yere yattı. Kafasının hemen üzerinden büyük bir vızıltı ile geçen çelik uçlu mükemmel yapılmış ok arkasındaki ağaca saplanırken, hızla kafasını kaldırıp elini kılıcına götürdü.

‘Üzülmene gerek yok Xen.’ dedi ilerideki çalılıktan bir ses.

Xen ayağa kalkarken kılıcını tekrar kınına soktu. Bu derece düşük bir fısıltıyı ancak bir kişi duymuş olabilirdi.

‘Bu savaşın arkasında senin olduğunu anlamalıydım Furian… Eski dostum’ dedi Xen ‘eski’ kelimesini vurgulayarak.

‘ve ben de planlarımı mahvedenin sen ve senin lanet olasıca Tanrıçan olduğunu anlamalıydım’ dedi Furian. Yüzündeki gülücük Xen’in kılcını kınına sokması ile birlikte yavaş yavaş silinirken, kendini gizleyen çalılığın içinden çıkıverdi.

‘Neden Furian? Orkların insanları öldürmesi ne işine yarayacaktı? Neden bir zamanlar en yakın dostum olan sen bu yola düştün? Ve neden artık kaosa hizmet ediyorsun?’ dedi Xen bu soruları defalarca Furian’a sormuştu ama hiç doğru düzgün bir cevap alamamıştı. En yakın dostu bildiği birlikte eğitim aldığı. Hatta Arenadaki o savaşta hayatını –ya da ruhunu- kurtaran can dostu şimdi tek rakibiydi.

Furian sadece ağzını açıkta bırakan başlığının altından fısıltı ile konuştu: ‘Göremeyen birine güneşi, nehirleri, dağları ve okyanusları anlatarak onun ufkunu aydınlatabilirsin, fakat görmemeyi seçmiş birine güneş bile karanlıktır Xen, eski dostum…Bu soruların ile her ne yapmaya çalışıyorsan boşuna uğraşıyorsun.’ Furian durakladı ve arkasını dönüp geldiği çalılıkta kaybolurken ekledi ‘Bir dahaki karşılaşmamızda attığım ok seni ıskalamayabilir. Aptallık edip savaş alanında bu kadar dalgın dolaşmaya devam etmezsin umarım.’ Ve gözden kayboldu Furian fısıltılı sesi daha anca Xen’in kulaklarına ulaşabilmişti.