Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Bölüm V

Posted by Malkavian On 10 Aralık 2012 Pazartesi 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Bölüm V

 


Düşünürken arka planda çalan müziğe eşlik ederek, parmaklarını koyu kırmızı ve biraz eskimiş kadife koltuğun yan tarafına ritmik bir şekilde vuruyordu. Yaklaşık bir dakikaya yakın süredir düşünceli duruşunu bozmamıştı. Onun türü göze alınınca, bu süre yarım saate denk geliyordu.

Gözlerinde yeni bir şeyleri keşfetmenin verdiği ışıkla aniden ayağa kalktı. Son birkaç dakikadır baktığı kendi portresini kenara itti ve arkasında duran karmaşık şifre ekranına baktı. Ne kadar da klişeleri seven bir adamım diye söylenmeden edemedi.

‘Lucy kilitli kapağı aç lütfen.’

‘Neden?’

‘Çünkü ben öyle istiyorum ve emrediyorum.’

‘Daha önce de, şifreyi girmeyen kimsenin bu kilidi açmaması için emir vermiştiniz ama.’

Tanrım! Diye düşündü William. Yapay zekası olan bir robotu buraya görevli atamakla iyi mi yaptığını, yoksa kötü mü yaptığını anlamak bazen gerçekten zorlaşıyordu. Acelesi de olsa William hiçbir iğneleme ve karşısındakini küçük düşürme fırsatından kendini alıkoymazdı. Bu yüzden devam etti konuşmaya.

‘Lucy lütfen söyle bana. Bu kilitli yerin içindeki eşyalar kime ait?’

‘Sana ait William’

‘Peki… Bu odaya şifreyi koymamdaki temel amaç, sence de benim dışımdakileri bu bana ait varlıklardan uzak tutmak değil mi?’

‘Evet amacının bu olduğu gayet açık.’

‘Peki söyler misin ne halt etmeye beni, benim olan eşyalardan uzak tutmaya çalışıyorsun?’ Sesinde bir zafer tınısı vardı.

‘William… Neden lafı uzatıyorsun. Basitçe şifreyi unuttuğunu söyleyebilirsin bana.’

Lanet olsun! Diye geçirdi içinden. Gerçekten de şifreyi unutmuştu. Lucy, William’ı neredeyse kendinden daha iyi tanıyordu. Bu yapay zeka araştırmalarında çığır açacak bir buluştu. Tabi bir yüz yıl kadar önce gerçekleşseydi. Şimdilerde onun çalışmalarını takdir edecek neredeyse kimse kalmamıştı. Kalanlar ise daha önemli şeylerle meşguldü. Hayatta kalmak gibi…

Lucy’nin tutamadığı bir gülümseme sesi eşliğinde kilit açıldı ve William sabırsızca ellerini düzenlice raflara yerleştirmiş kağıtlara götürdü. En üst raftan bir tomar kağıt aldı ve çalışma masasının üzerine koydu. Yaklaşık üç saniye kadar incelemesi yeterli olmuştu. Yüzündeki endişe çizgileri aniden eski yerlerine oturmuştu. Gözleri büyüdü ve okkalı bir küfür salladı.

‘Bunu yapıyor olamazsın seni piç kurusu!’ Elindeki planları güvenli kasaya gelişigüzel tıkıştırdıktan sonra kapağını sertçe kapattı. Tabloyu eski yerine yerleştirmek için bile vakit harcamadan hızla sığınağı terk etti.

Düzensizlikten nefret ederdi oysa ki. II. Dünya savaşının patlak verdiği ve dünyanın kaosa sürüklendiği zamanlarda bile aksatmadan beş çayını içmesi ve savaştan her geldiğinde elbiselerini bir güzel yıkayıp ütülemesi bunun en büyük göstergesiydi.

Şimdi ise kasanın içinde sakladığı değerli kağıtları ve planları bile yerlerine düzgünce koyacak vaktinin olmadığını hissediyordu. İnanılmaz bir hızla koşuyordu  daha  bunları düşünürken bile. Kendine Harley diyen şu gerizekalıya yetişmek zorundaydı. Ne büyük bir belayı başına sardığından haberi yoktu saf herifin.

Koşarken bir yandan başını sallıyor bir yandan da şu eksiksiz dışlanmışlar çetesinin nasıl icabına bakacağını düşünüyordu. Neyse ki çıkarken en sevdiği buluşlarından biri olan görünmez mermilerinden birkaç tanesini cebine atmıştı. Motorların takip ettiği dolambaçlı patika yerine, hiç duraksamadan dağlara tırmandı ve düz bir rota çizerek onlara yetişti. Yaklaşık yarım saatini almıştı bu.

Gözlerini kısarak baktı. Av köpeği lakaplı, iz sürme konusunda oldukça yetenekli dışlanmışı hemen gözüne kestirdi. Beş araçlık konvoyun önden ikinci aracında bulunuyordu. Hemen aceleyle çıkarken yanına aldığı mermilerden birini cebinden çıkardı ve gülümseyerek ceketinin ceplerinden bir takım metal parçalar çıkarmaya başladı. Yaklaşık on saniye sonra elinde parçaların birleşimi ile oluşturulmuş keskin nişan tüfeği ve görünmez mermi lakabını taktığı mermisi hazır bekliyordu. Dikkatlice nişan aldı. Nişanını bozacak herhangi bir etken yoktu. Sonuçta yaşamak için nefes almaya veya vücudunu sürekli hareket ettirmeye ihtiyaç duymuyordu.

Bir patlama sesi duyuldu ve hızla giden motor yana doğru devrildi. Çıkan kötücül toz bulutu her yanı sararken konvoydakilerin seslerini duyabiliyordu. İzcileri mermi ya da saldırı izi arayacak ama bulamayacaklardı. Mermi çok özel bir sıvı karışım barındırıyordu içinde ve bu karışım hedefe çarptığı anda mermiyi tuzla buz ediyor, yani onun bütün izlerini ortadan kaldırıyordu.

Birkaç dakika sonra motoru tekleyen av köpeğini bir nişancıyla beraber araçta bıraktılar. Bu mesafeden bile yüzlerindeki endişeyi hissedebiliyordu William.

Gülümsedi ve yine kestirme olan düz bir yoldan sınır boyu kabasına doğru hızla ilerledi. Grup gelmeden yaklaşık on dakika önce yerleşim yerine varmıştı. Kapıdaki görevli bir detektörü üzerine tutmaya çalıştıysa da bu yaşlı adamı kolayca etkisi altına almıştı William. Yerleşim bölgesine girip hemen sağ taraftaki ilk dükkana kendini attı. Eski püskü görünen birkaç paçavra için oldukça yüklü bir miktar para verdi ve hemen oradan ayrıldı.

Paçavraları üzerine gelişigüzel sardığı ara sokakta sabırsızca beklerken motorlu birliklerin sesleri duyulmaya başlamıştı bile. Kamburunu çıkardı, eline bir yürüme sopası aldı ve meydanda amaçsızca yürüyen topluluğa katıldı. İlk amacı ufaklığa yaklaşabildiği kadar yaklaşmak ve onu test etmekti.

Ağır ağır ilerlerken devasa bir adamın ardından yürüyen iki çocuğu gözüne kestirdi ve rotasını onlara doğru çevirdi. Dikkatsizliktenmiş gibi görünen bir çarpma sonrası elindeki ufacık iğneyi çocuğun koluna batırdı ve bir damla da olsa kanını aldı. Bu gerektiğinden de fazlasıydı onun için. Gerçi çarptığı anda bir çocuğun olması gerektiğinden çok daha sağlam bir şeylere çarptığını çoktan anlamıştı. Çocuk nazikçe özür diledi ve sadece ağzı görünen William’da kibar bir şeyler mırıldandı ve oradan uzaklaştı. Elindeki bir damla kanı içinde bulunduran küçük tüpe zaferle baktı.

Hemen bazı testler yapmalıydı…

---o---



‘Ama…’ diyebilmişti Lucy ancak. William gidince cümlesini tamamlayabildi. ‘Hiçbir emir vermedin? Sığınağı mı kapatmalıyım yoksa açık mı kalsın? Yapay zeka egzersizlerime devam mı etmeliyim? Yoksa başka bir şey mi yapmalıyım? Lanet olsun sana William beni hiç önemsemiyorsun. Bu sefer gerçekten sana küstüm!’

İşlemcileri hızla çalışıyordu. Bu yerde zaten 32 yıl, 3 ay, 17 gün yalnız kalmıştı ve daha fazla kalmaya da ihtiyacı yoktu. William gitmişti ve onu buraya döndürmek imkansızdı artık. Zekasının sınırlarını zorluyordu ve işlemcileri hızlanmaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan fanların tozlu çarkları, onu soğutmakta yeterli olamıyordu ama neyse ki sonunda çıkış yolunu bulmuştu. Hemen acil durumlarda kullanması gereken prosedürü işleme koydu ve laboratuar odasını aktif hale getirdi. Işıklar tek tek açıldıkça gözler önüne serilen manzara birçok insanı şaşkına çevirebilecek cinstendi. Soğutulmuş, özel, hava geçirmez laboratuar ortamının her yanı en kaliteli metallerden yapılma robot parçalarıyla çevrelenmişti. Her yerden kablolar ve çipler sarkıyordu ama Lucy bunları görmezden geldi. Odanın en sonunda yanan ışığın loş aydınlatması altında görünen yarı organizma, yarı robot bedene baktı. Siyah, küt saçlı, yirmilerinde görünen pürüzsüz bir yüzü vardı cansız bedenin. Kol kısmına paha biçilmez metalden yapılma protez bir kol yerleştirilmişti. Gözlerinin birinin içinde de dünya üzerinde bulunabilecek belki de en kapsamlı bilgi kütüphanesi retinanın hemen arkasındaki küçük bir çipin içine hapsedilmişti.

Robot kollar mekanik sesler çıkararak birkaç kabloyu ana bilgisayardan bedene bağladılar. Lucy’nin keyif ve heyecan dolu sesi yankılandı.

‘Bilgi aktarımına başlayın!’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm IV




Kardeşinin neredeyse hiç çaba sarf etmeden gevşekçe beline doladığı ellerini belli belirsiz hissediyordu Nisroc ve onun yumuşak dokunuşlarının aksine, sonradan adının Tim olduğunu öğrendiği iri yarı adama sıkıca tutunmuştu. Motordan gelen düzenli gürültü bir ninni gibi kulağına çalınmaya devam ederken sürekli yüzüne çarpan rüzgarın keyfini çıkarttı. Dina her zaman neşelendiğinde yaptığı gibi elleri ile en sevdiği Beethoven eserlerinden birini Nisroc üzerinde çalmakla meşguldü. Tahmin ettiği gibi çoktan gözlerini kapatmış ve kendi hayal dünyasına dalmıştı. ‘Keşke onun kadar kaygısız olabilseydim.’ diye düşünmekten kendini alamadı.

Dina’nın minik elleri ile tuttuğu ritimler ve Harley’in adamlarının arada bir attığı neşe çığlıkları ile düzenli bir şekilde devam eden yolculukları ani bir gürültü ile kesildiğinde kardeşinin gevşekçe belini saran elleri bir anda kasıldı. Bütün araçlar aniden durduğu için etrafı toz bulutları kaplamıştı.

Tim kocaman elleri ile çocukları kendine doğru çekti ve ‘Endişelenmeyin.’ Dedi. O koca cüssenin yakınında olmak her nedense bir sığınakta olmaya eş değerdi ve bu şartlar altında endişelenmek imkansızdı zaten. Tozlar hafif hafif dağılmaya başladığında Tim diğer adamlarla bağırarak konuştu.

‘Bu gürültü de ne çocuklar?’

‘Archi’nin tekeri patladı Tim.’ Toz bulutunun arkasından ince sesli bir adam konuşmuştu.

‘Bir bu eksikti. Her neyse Archi’nin yanına bir nişancı verin ve yola devam edelim. Zaten sınır boyuna oldukça yaklaştık.’ Tim’in sesi düşünceliydi ve belli ki yapmak zorunda kaldığı şeyden pişmanlık duyuyordu. Nisroc neden birkaç kişiyi arkada bırakmanın bu kadar zor olduğunu anlamıyordu. Onlar dışlanmışlardı. İnanılmaz güçlere sahip oldukları söylenirdi ve merkez sığınaktan dışarıya doğru halka halka uzanan bölgeleri avuçlarının içi gibi bilirlerdi.

Araçlar tekrar hareket ettiğinde kardeşinin uykudan yeni kalkmış gibi gelen sesini işitti.

‘Tim, Archi’yi arkada bıraktığın için neden bu kadar üzüldün?’ soru saf ve direk olarak sorulmuştu.

Tim biraz bocaladı ve soruyu geçiştirdi. ‘Peh. Üzülmek mi? Neden üzüleyim ki. O av köpeği yüz kilometre ötede bile olsak kokumuzu alır ve bizi bulur.’

Nisroc bu tabir ile birlikte gülümsedi. ‘Kimse o kadar uzaktan koku alamaz.’

‘Tabi o kişi Archi değilse evlat. Harley’in ne kadar hızlı koşabildiğini gördün.’ Konuşurken sesinde eğlendiğini belli eden bir ton vardı.

Dina tam ağzını açıp onun nasıl bir yeteneği olduğunu soracakken Tim onu susturdu. ‘Onuncu bölgeyi terk etmek üzereyiz. Sınır boyuna hoş geldiniz ufaklıklar.’ Dedi ve sözlerini onaylarcasına uzun ve geçit vermez dikenli teller sağ taraflarında belirdi. Kısa süre bu telleri takip ettiler ve kocaman bir geçit ile karşılaştılar. Devasa iki kolonun üzerinde kocaman ışıltılı harflerle ‘Gerçek Dünyaya Hoş Geldiniz.’ yazıyordu.

Geçidin arkası tam anlamıyla çocuklar için rüya gibiydi. Geçtikleri bütün bölgeler boyunca tek bir yaşam izine rastlamamışlardı. Sadece yıkık binalar ve kullanılmayan yolların oluşturduğu bir mezarlık. Burası ise canlıydı. Nasıl olduğunu şu anda bilmese de her yeri ışıklandırmışlardı. Aslında geldikleri yerlerden pek farkı yoktu. Yine her yer yıkık dökük ve düzensiz görünüyordu ama her açıklıktan ışıklar fışkırmıştı. Kapının hemen önünde elinde garip sesler çıkaran bir aleti Harley’in motorlu birliğine tek tek tutan bir adam vardı. Her yanına geldiği ekip üyesi aletten çıkan değişik seslerle eğleniyordu.

Kapıdaki muhafız aleti iki eliyle tutup kendilerine doğru yaklaştığı sırada Tim atik bir şekilde motorundan indi. Motorlu birliklerin her yeri metal doluydu ve bu muhafızın kendisine metal detektörü tutması komiğine gitmişti. Adamın elleriyle kendisine yönelttiği detektörü iki parmağı ile tuttu. Kolayca yaşlı adamın ellerinden çekip aldı ve muhafıza kocaman bir gülümseme bahşetti. Onunla birlikte tüm birlik de gülmeye başlamıştı.

‘Sakin ol muhafız aramızda robot filan yok.’ Dedi. Endişeli görünen yaşlı muhafız bir anda gözle görülür bir şekilde rahatladı ve kapının yanındaki küçük kulübesine geçip oturmaya devam etti.

Motorlarının kontaklarını kapatan ekip onları elleri ile yürütmeye başladı. Kulaklarındaki devamlı gürültü bir anda uzaklaşınca iki çocuk da huzur doldu. Geçidin hemen arkasında büyük bir şahin heykeli vardı ve bu heykelin her yanında ışıltılı tabelalarla donatılmış evler görülüyordu. Etrafa o kadar dikkat kesilmişlerdi ki kalabalık meydanda önlerine bakmayı unutmuşlardı. Nisroc, başı kapşonu ile örtülü bir adama tosladı ve hemen özür dileyerek adamın düşürdüğü ufak çantasını ona geri uzattı. Adam sorun olmadığını belli edercesine elini hafifçe çocuğun omzuna koydu ve yoluna devam etti.

Meydanın hemen sol tarafındaki küçük bir yıkıntının arkasında Harley ayaklarını devrilmiş sandalyeye uzatmış, içinden sıcak dumanlar tüten bir içecekle onları selamladı. Elindeki sıcak içeceği gürültülü bir şekilde içerken bir yandan da kaplumbağalar ve solucanlarla ilgili bir şeyler homurdanıyordu. Nicroc ve Dina’nın motorlu birliklerle yolculuğu iki saat kadar sürmüştü. Harley ise uzun zamandır orda olduğunu her hali ile belli ediyordu. Tim bu görüntüye alışmış gibi gülümsedi ve çocukları Harley’in hemen yanında duran sandalyelere doğru nazikçe dürtükledi. Bu sırada şahin heykelinin hemen yanına uzun bir direğe tutturulmuş megafondan sesler yükselmeye başladı.

‘Günaydın, sınır boyu sakinleri. Bugün yine güzel bir gün bizleri bekliyor. Hava sıcaklığı her zamanki gibi yirmi derece civarında olacak. Radyasyon oranında ise bir değişiklik yok. Her neyse bunları zaten kim takar! Şimdi yayınımıza Nomad isimli parça ile devam ediyoruz.’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Bölüm III

Posted by Malkavian On 27 Şubat 2012 Pazartesi 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm III

Gözlerini, sessizliği bölen gürültüyle hafifçe araladı. Zamanın farkında değildi. Ne zamandır burada oturduğunu ve ne kadar süredir düşüncelere dalıp kendini dünyadan soyutladığını bilmiyordu. Zaten yeryüzünde ilgisini çekecek bir şey kalmamıştı. Dünya, bir zamanlar üzerinde yaşamış uygarlıkların yıkık dökük binaları ve çarpıtılmış teknolojileri ile süslenmiş, beton ve demir yığınından başka bir şey değildi artık onun gözünde. Eski günleri düşünüp derin bir iç çekti.

Uzun zaman hareketsiz kaldığını vurgularcasına, ayağa kalkarken kütürdeyen dizlerinin ve bileklerinin oluşturduğu senfoniye, bir de ellerini ekledi ve birleştirdiği parmaklarının arasından çıkan küçük çıtırtıları keyifle dinledi. On katlı beton binanın çatı katından, onu uyandıran gürültüye kulak verdi. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Kirden renginin griye döndüğü açıkça belli olan, eski kesim, kolları bol gömleğinin üzerine giydiği koyu kırmızı, arkası iki parça halinde hafifçe uzayan ceketinin omuzlarındaki tozları sildi.

Durduğu bina ve diğer yarı devrilmiş binaların ortasında artık işlevini yitirmiş büyük bir havuz ve etrafında onu çevreleyen yıkık dökük banklar vardı. Meditasyonunu bölen mekanik seslerin sahibi olan iki robot ellerinde tuttukları ağır silahlarla etrafı aramaya koyuldular ve bir süre sonra vazgeçip sesin gücünü arttıran ufak bir cihazı aktif hale getirerek konuşmaya başladılar.

‘Dışlanmışlar bu bölgeye giriş izniniz yok. Hemen Beşinci Bölgeyi terk edin.’





Mekanik sesin şiddetiyle, zaten yıkık olan binaların bazılarından moloz yığınları döküldü. Yeterince beklediğine kanaat getirdi ve kendini onuncu kattan aşağı bıraktı. Düşerken ağzında kızgın bir fısıltıya dönüşmüş tek bir cümle yankılandı.

‘Beşinci bölgeymiş!’ Lincoln Parkı yıllarca yuvası olmuştu ve bu yüzden büyük savaştan sonra bile burayı terk etmemişti. Kendi türü gibi savaşmamıştı ama kaçmamıştı da. Sadece yıkık dökük de olsa yuvasında kalmıştı.

Yere sertçe ayaklarının üzerine indi ve kafasının üzerinden sessizce geçen, susturucu takılmış silahların mermilerinden takla atarak uzaklaştı. Taştan oyulma büyük bir heykelin arkasına saklandı. Tam anlamı ile hareketsizdi ve bu robotların kafasını karıştırmıştı. Eski filmler aklına geldi ve gülümsedi. Hiçbir şey tahmin edilen gibi olmamıştı. Karşısındaki robotlar gibi. Hepsi birer kördü. Karşısındakileri termal kameralarla tespit edip görüntü oluşturuyor ya da hareketleri algılayıp işlem merkezlerine yolluyor ve bu sayede bir imaj oluşturuyorlardı.

Gülümsedi ve kendi kendine söylendi. ‘Bakalım işlemcileriniz mi hızlı, ben mi kablo kafalar!’

Fısıldaması ile birlikte anında sığındığı heykel, mermi yağmuruna tutulmaya başladı ama o çoktan harekete geçmişti. İnanılmaz bir hızla koştu ve bir yay çizerek hala heykele ateş etmekte olan robotlara yaklaştı. Bir ayağını devrilmiş bir binanın yan duvarına attı ve oradan aldığı güç ile sıçradı. Havada rakiplerine yaklaşırken belinde duran eski moda denizci kılıcının işlemeli kabzasını yakaladı ve üzerine sonradan eklenmiş düğmeye dokundu. Elektrik akımı ile dolup taşan ve mavi akımlar saçan silahı ile tek hamlede iki robotun da kafasını metal vücutlarından ayırdı. Vakit kaybetmeden silah tutan ellerini de kesti. Kılıç tiz bir çınlamadan başka hiçbir ses çıkarmadan onları birer un çuvalıymış gibi rahatça parçalarına ayırırken ustaca işini yapıyordu. Bir yandan da duyduğu diğer kıpırtı seslerine baktı. Devrilmiş ve dik duran başka bir binaya dayanmış iki binanın arasında kalan küçük bir üçgenden görüş alanına girmiş olan iki çocuğa bakakaldı. Çocuklar hareket ettiler ve sadece küçük kız görüş açısında kaldı. Birileri ile konuşuyor gibiydi. Durduğu bu uzak mesafeden bile kızın içinde, çağlayanlar gibi coşkuyla atan kalbini ve damarlarına pompaladığı o zehirli kimyasalları hissedebiliyordu. Kız bir dışlanmıştı ama yine de onda garip bir şeyler vardı. Bunu tüm benliği ile hissediyordu. Kılıcını cebinden çıkardığı dantel işlemeli bir mendil ile yağlarından arındırdı ve sessizce kınına geri taktı. Boynunu iki yana sertçe hareket ettirerek kütletti ve sessizce ilerlemeye başladı.

Saniyeler içinde çocukların ve önlerinde duran sırık gibi adamın konuşmalarını duyabileceği yan binalardan birinin penceresinde belirmişti. Uzun boylu adam iyice gerinerek elini ceketinin armasına götürüp adının Harley olduğunu söylüyordu.

Kendine hakim olmadı ve gülümsedi. Kıvrılan ağzından kimsenin duyamayacağı bir şekilde fısıldadı. ‘Gerizekalı!’

Gülümsemeye devam ederken gözüne kız çocuğu ve ondan biraz daha büyük gösteren çocuk takıldı. Elini yukarı doğru kıvrılmış ağzının kenarında gezdirdi ve derin düşüncelere daldı. Bu ikili gerçekten de çok garipti. Daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu.

Eh… Artık bu dünyada ilgisini çeken bir şeyler bulmuştu…

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm II




Nisroc içinden lanet okudu ve vakit kaybetmeden kardeşine, kendisini takip etmesini işaret etti. Sesleri çok önceden fark edip zamanında saklanmışlardı. Nasıl olup da fark edildiklerine bir türlü anlam veremiyordu. Çadır bezinin altından çıktılar ve beraber hızla merdivenleri inmeye başladılar. Daha iki kat anca inmişlerdi ki Dina koşmayı bıraktı. Binanın dışa bakan duvarındaki büyük, kenarları siyah islerle kaplı delikten dışarıya bakıyordu. Nisroc tam kardeşine kızmak üzereydi ki, kendilerine doğru muazzam bir hızla ilerleyen toz bulutunu fark etti. Dina’yı kolundan yakaladı ve merdivenleri inmeye devam ettiler. Binaya doğru gelen şeyin, ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Tek bildiği, olabildiğince hızlı bir şekilde Beşinci Bölgeyi terk etmeleri gerektiğiydi.

Binanın yıkık dökük arka kapısından dışarı çıktıklarında karşılarında duran ince, uzun boylu, her yeri derin siyah yağ izleri ile kaplı, eski moda pilot gözlüğü takmış adama bakakaldılar. Kirden koyu laciverte dönmüş pantolonunun üstüne giydiği deri ceketinin göğüs kısmında ‘Harley’ yazıyordu ve ceketinin içine hiçbir şey giymemişti.

Elini turuncu yazılı armanın üzerine götürerek gerindi ve kendini beğenmiş bir tonda konuşmaya başladı.

‘Ben Harley, motorlu birliklerin kumandanı. Siz iki ufaklık bize bahsedilen misafirler misiniz?’

Nisroc ne diyeceğini bilemiyordu. Şu an tek yapmak istediği bu bölgeyi ve arkasındaki tehlikeyi bir an önce geride bırakmaktı. Adama dönüp konuşmadan başını salladı. Bunu yaparken kardeşi de sıska adamın arkasını görmeye çalışarak tek ayağının üzerinde olabildiğince yana eğilmişti. Şu halleri ile el ele tutuşmuş akrobasi hareketi yapan palyaçolara benzediklerine emindi Nisroc. Kardeşinin dengesini bozarak onu kendine çekti ve soran gözlerle Dina’ya baktı.

Dina, karşılarındaki adama baktı ve her an muzip bir şey yapabilecek bir çocuk gibi gülümsedi. ‘Demek sen motorlu birliklerin kumandanısın?’

Adam çenesini yukarı kaldırıp bir elini alnına götürdü ve sert bir selam verdi. ‘Ta kendisi!’ dedi.

Nisroc kardeşinin kast ettiği şeyi anlamıştı. İçinde yeni uyanan bir şüphe duygusu ile ellerini göğsünde birleştirdi. ‘Madem öyle motorun nerde? Ya da kumanda ettiğin şu adamların?’

Kardeşi de Nisroc’un taklidini yaparak ellerini göğsünde birleştirdi ve karşısındaki adama kötücül bakışlar göndermeye başladı. Tabi küçük bir kız çocuğu ne kadar kötücül olabilirse…

Harley sorulara aldırmadı ve aynı kendini beğenmiş tonda devam etti. ‘Hah! O kaplumbağa yavruları bana ancak rüyalarında yetişirler. Ben bir koşucuyum evlat ve onların o aptal metal yığınları ile yaptıkları şey hızlı gitmekse, ben ışınlanıyorum! Birazdan burada olurlar. Hem durun bakalım. Siz ikiniz hiç Dışlanmışa benzemiyorsunuz?’

Nisroc ellerini çözdü ve kafası sorunun ağırlığı ile hafifçe önüne eğildi. Kardeşi de aynılarını yaptı. ‘Çok güzel’ diye düşündü Nisroc. ‘Şimdi de beni taklit etme oyununa başladı.’ Bir kez olsun kardeşinin ciddi olaylar karşısında normal olan tepkiler vermesini ne kadar da isterdi.

Harley cevap beklemeden hızla ellerini Nisroc’un omuzlarına koydu ve onu etrafında döndürdü. Ensesini ve omuzlarını incelemek için üzerindeki tişörtü iyice sündürdü ve kendinden emin olunca bir iki adım geriledi.

‘Siz dışlanmış filan değilsiniz!’ Suratını birden ekşitti ve onlara acıyan bir ifade ile baktı. ‘Yoksa siz şu Diğerleri’nin kölelerinden misiniz? Sizi zavallı yavrucaklar. Efendiniz buralarda mı? O ahlaksıza ağzının payını vermek için neler vermezdim!’ bir elini yumruk yaptı ve diğer avucuna sertçe vurdu.

Nisroc iki elini de kaldırdı ve ‘ Hayır, hayır bizi yanlış anladın. Biz merkez sığınaktan geliyoruz. Şimdiye kadar hep orada yaşadık. Bir gün annemi ve babamı görevliler götürdü ve ertesi gün bizi apar topar sığınaktan dışarı attılar. Ömür boyu sürgün edildik anlıyor musun? ‘ Dina’nın omzu açık elbisesinden görünen sağ omzunu işaret etti ve ufak bir çizgi halindeki yara izini gösterdi. ‘ Lanet olası teneke yığını, onu damgalayacaktı… ve ben…’ Kafası iyice önüne düştü.

‘Sen de o kablo kafalıya dersini verdin ha! Evlat şimdiden gözüme girdin. İkiniz de işaretlenmediğinizi mi söylüyorsunuz şimdi? Bu mükemmel! Kaptan sizi gördüğüne çok sevinecek!’ Harley cümlesini yeni tamamlamıştı ki arkasından gürültülü motor sesleri duyuldu.  Nisroc’un sırtına yatıştırıcı bir tokat attıktan sonra, büyük toz bulutunun arasından güçlükle seçilen iri yarı adamların kullandığı motor bisikletlerin yanına doğru seğirtti. Çocuklardan ikisini de sağ kolu olarak tanıttığı sarışın, iri yarı ve gözlerinden birine korsan bandanası bağlamış adamın arkasına yerleştirdi.

‘Motorlu birlikler! Ana üsse dönüyoruz! İskele Alabanda!’

Hızla ilerleyen araçların önünden adeta ışınlanarak uzaklaşan Harley’e inanmazlık içinde bakıyorlardı.  Nisroc kardeşinin minik parmaklarının omzuna birkaç kere dokunduğunu hissetti ve bunun üzerine kafasını aracın el verdiğince döndürerek kardeşine baktı.

‘Sanırım doğru söylüyor.’

‘Kim doğru söylüyor Dina?’ Sesi rüzgar ile kesilip duruyordu.

Kardeşi bindikleri motorun tam önünde kalan metal kabartmayı gösterdi.

‘Bütün araçlarda Harley’in ismi var. Sanırım önemli biri. Belki de dışlanmışların başkanıdır.’ Gözleri bu fikirle birlikte heyecanla parladı.

Nisroc, yalancılıkla suçladığı adamın isminin metal harflerle tüm motorlara kazılı olduğunu öğrenince yüzünde inanılmaz bir ifade belirdi. Harfleri tersten de olsa dikkatle okudu. Artık dışlanmışların başkanının soy ismini de biliyordu.

‘Harley Davidson.’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Posted by Malkavian On 24 Ocak 2012 Salı 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm I




Her zaman olduğu gibi hava kapalı ve boğucuydu. Nisroc elinde tuttuğu küçük çakı ile yaklaşık yarım saattir koyu gri yer yer küllerle kaplanmış toprağa bir şeyler çizmeye çalışıyordu. Her seferinde ufacık bir yanlış yapıp tekrardan toprağı elinin tersi ile düzeltip, çizimine devam etmekten artık sıkılmıştı. Üçüncü yanlış çizimden hemen sonra alnından düşen ve gözlerini kapatan açık kızıl saçlarını kuvvetle üfleyerek hem sıkıntısını hem de yoluna çıkan saçlarını uzaklaştırmaya çalıştı.

En sonunda pes edip küçük çakıyı önündeki toprağa fırlattı. Gözleri hemen yanına çömelmiş kardeşine doğru kaydı. Kız kardeşi Nisroc’tan en fazla bu kadar farklı olabilirdi. Durduğu yerde gözlerini kapatmış, pilleri çoktan tükenmiş ve bir daha çalışma umudu olmayan mp3 çalarının kulaklıklarını takmış, yüzünde hoş bir gülümseme ile bir şeyler mırıldanıyordu. Elinde Nisroc’un hangi cehennemden bulduğunu tahmin bile edemediği boş bir kola kutusu vardı. Arada sırada mırıldanmalarını kesip gözlerini açmadan boş kola kutusunu ağzına götürüyor ve hemen ardından kana kana içmiş gibi nefesini verip ağzını elinin tersi ile siliyordu.

‘Kes şunu Dina!’ diye keskince fısıldadı Nisroc.

Dina gözlerini yavaşça bir uykudan uyanırmışcasına araladı ve ellerini iki yana açabildiği kadar uzatarak gerindi. Abisinin ona kızmasına alışıktı. Aslında ona değil, içinde bulundukları duruma kızdığını biliyordu. Bu yüzden sesindeki keskin tona aldırmadan abisine gülümsedi.

‘Neyi?’ dedi en sonunda muzur bir tonda.

‘Her ne yapıyorsan onu. Mutlu olmak için hiçbir sebebimiz yok görmüyor musun?’ Nisroc daha konuşurken savunduğu şeyin yersiz olduğunu anlamıştı ve kardeşinin yaşam veren gülümsemesi devam ederken cümlesinin sonu zor duyulan bir mırıltı gibi çıkmıştı.

‘Geçen gün Dördüncü Bölge yakınlarında devrilmiş bir reklam panosunda gördüm. Kadın aynı demin yaptığım gibi kutuyu ağzına götürüp gülümsüyordu.’

Nisroc kardeşine olan sahte sitemini bir anda kaybetmişti.

‘Ah Dina… Üzgünüm.’

‘Üzülmesi gereken sen değilsin.’ Diye teselli etti abisini Dina ve gözlerinde yeni yeni çakan bir merak pırıltısı ile konuşmasına devam etti. ‘Acaba tadı nasıl bir şeydi?’

Nisroc, Dina’nın son cümlesini duymamıştı bile. Çok uzaklardan gelen bir tangırtıya kilitlenmişti. Emin olmak için bir iki saniye daha odaklandı ve ardından hemen harekete geçti. Kardeşinin kolundan sertçe tuttu ve diğer elini ağzına götürerek sessiz olmasını işaret etti. Hızla yıkık binanın yer yer çökmüş merdivenlerinden yukarı doğru çıkmaya başladılar. Birikmiş moloz yığınlarını dökmemeye uğraşıyorlar aynı zamanda da yıkık dökük merdivenlerden düşmeden yollarına devam ediyorlardı. Binanın en üstüne gelince Nisroc’un iki gün önce buraları keşfe geldiğinde oraya koyduğu çadır bezinin altına girdiler ve üstlerini kapattılar. Nefes nefese kalmışlardı ve Nisroc’un kulağına çalınan tangırtılar giderek yaklaşıyordu.

Nisroc kendinden emin bir gülümseme ile kardeşine baktı. Tehlikeyi zamanında fark etmişlerdi ve şu anda güvendelerdi. Bir iki dakika içinde tehlike yanlarından geçip gidecekti.

Dışarıdan gelen yüksek mekanik sesle ikisi de irkildi.

‘Dışlanmışlar, bu bölgeye giriş izniniz yok. Hemen Beşinci Bölgeyi terk edin.’

Kılıç

Posted by Malkavian On 13 Ocak 2012 Cuma 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Kılıç
Bölüm I







Kendimi bildim bileli hep dünyayı gezdim. Ne bir derdim ne de tasam vardı. İçimdeki o kıpır kıpır enerji ile kural tanımaz nehirlerde serbestçe dolaşıyordum. İhtiyacım olan belki de her şey yanı başımdaydı zaten. Annem, babam ve kardeşlerim hep beraber lav denizinin o asi fokurtuları arasında dünyayı geziyorduk. Yer yer siyahın en koyu tonuna çalan devasa granit taşların arasından akan kan kırmızı magma nehri dünyayı yüzyıllardır, belki de binlerce yıldır hiç yorulmadan dolaşıyordu. Ben de onunla birlikte yol alıyordum tabiî ki. Her attığımız turda nehrin geçtiği yol daha da değişiyordu. Bazen derinlere dalıp turuncu ve göz alan sıcacık lavlara dalıyorduk. Bazen de yeryüzüne daha yakın küçük akıntılarda serinliyorduk. Hayat çok güzeldi anlayacağınız. Taa ki ben o aptalca kararı verip her zaman gittiğimiz döngüden vazgeçene kadar.

Yeryüzüne yakın bir akıntıda ilerliyorduk ve önümüzde bir yol ayrımı belirdi. Binlerce yıldır aynı yolda devam eden yolculuğum, artık canımı sıkmıştı ve yeni yerler görme çabası ile bu sefer sağdan değil de akıntının daha az olduğu soldaki yoldan gitmiştim. İlerledikçe akıntı azaldı ve hava iyice soğudu. İçime bir ürperti yayıldı. Burası gerçekten de bana bahsettikleri kadar korkunçtu. Taşlar siyah renklerini yavaş yavaş çirkin bir koyu kahverengiye bırakmıştı. Tanrım ne kadar berbat bir görüntüydü. İki kenarda katman katman donmuş magmanın oluşturduğu siyah bir şerit sanki gerçek dünyadan bu lav akıntısını ayırıyor gibiydi. O enerji ile dolup taşan nefretle fokurdayan görkemli nehre ve lav çağlayanlarına ne olmuştu? Soğuktan donmuş ve katılaşmışlardı resmen. Korkudan mı, yoksa giderek yüzeye daha çok yaklaştığımdan mı bilmem içimdeki ürperti giderek arttı. ‘Lanet olsun!’ diye söylendim kendi kendime. Ya bu nehir bir yere çıkmıyorsa? Ya benim sonum da kararmış lavlar gibi donarak yitmek olursa?

Korktuğum gibi de oldu. Lav nehri sonunda iyice yavaşlayıp küçük bir magma göletine döküldü. Soğuk giderek arttı. İçimin ürpertisi ise bir gün bile azalmadı. Özümün yavaş yavaş donduğunu hissedebiliyordum ama bu konuda bir şey yapamıyordum. Beni sıcak tutan lavlar da soğuğa teslim olarak, kararmaya başlamıştı sonunda. Suçlu onlar değil. Sonuçta ellerinden geleni yaptılar beni sıcak tutmak için… Birkaç yüzyıl orada hapis kalmış olmalıyım. Yavaş yavaş donmak ve bu konuda hiçbir şey yapamamak nasıldır bilir misiniz?

Dondurucu soğuğun içinde büyük bir acı çeken benliğim, sonsuz bir hasretle yanıp tutuşuyordu. Sıcak yuvama bir gün geri döneceğime emindim. Bu umudu içimde korumalıydım. Yoksa nasıl devam edebilirdim ki?

Birkaç yüzyıl o göletin içinde, etrafımda katılaşmış lavların oluşturduğu büyük bir örtünün altında uyudum. Taa ki o inanılmaz gürültüyü işitene dek. ‘Tak… Tak... Tak…’ Etrafımda katılaşmış ve artık granit gibi sertleşmiş siyah örtü titredi. Sert bir cisim bana çarptı. Sonra tekrar çarptı. Eh benim kadar sert olamazdı. Ben en asil metallerin soyundan geliyordum ve donup kalmıştım burada resmen. Hem de yüzyıllarca. Durdu ve sonra ben çırılçıplak kalana kadar etrafımdaki örtüye defalarca darbeler indirdi.

----0----


Tanrım! Bu ne kadar da çirkin bir yaratıktı böyle. Kısa boylu. Her tarafından kıllar fışkıran, kaya kadar sert uzuvları olan bir yaratıktı. Beni aldı ve ufak bir ateş parçasının yanına gelene kadar inceledi. Yüzyıllar sonra gelen bu sıcaklık içimi ısıttı. Küçük de olsa ateşe tekrar bu kadar yakın olmak ne kadar da güzel bir histi!

Hızla küçük bir tünelden geçtik. Lanet olsun! Bunca yüzyıl donarak yaşadıktan sonra bundan daha büyük bir soğuk olamayacağını düşünüyordum. Yanılmışım… Özlemi ile yanıp tutuştuğum lav denizinden giderek uzaklaşıyordum. Ailemin ve arkadaşlarımın hep korku ile bahsettiği yeryüzü dünyasına doğru ilerliyordum. Birkaç saat sonra çirkin yaratığın sırtındaki çantada yaptığım yolculuk nihayetine erdiğinde içime nasıl bir korku işlediğini sizlere anlatamam. Fakat bu bile içeriye girdiğimde düştüğüm şokun yanında az kalırdı emin olun.

Benim gibiler için bir mezarlık olsaydı kesinlikle buraya benzerdi. Akrabalarım, yanında dolaştığım bütün metaller soğuktan donmuş, bilinçlerini kaybetmiş şekilde sağa sola dağılmışlardı. Lav denizlerinin fokurtuları arasında neşe ile bir o yana bir bu yana koşturan metallerden çirkin ve soğuk vazolar, çiviler, tencereler, zincirler yapmışlardı.
----0----



Garin oğlu Uldin, heyecanla titreyen elleri arasında duran hayatında gördüğü en parlak metali şömine ışığının boğuk ışığına doğru tuttu. Babası Garin gibi uzun boylu ve yapılıydı. Omzuna dökülen siyah saçları, yakışıklı ve akılda kalan yüzü ile kralların soyundan geldiği ortadaydı. Metalin pürüzsüz ve kaygan yüzeyinden yansıyan ışığın belki de onlarca katı Uldin’in krallıktaki birçok kızın gönlünü çalan gözlerinden etrafa saçılıyordu. Babası lanet olasıca bir suikastçi tarafından, yatağında bıçaklanarak öldürüleli beş gün olmamıştı bile. Onun onurunu korumak adına beş gün önce en derin madenlere tek başına yolculuğa çıkmıştı. Kendisine can yoldaşını bulmak için. Çünkü Garin oğlu Uldin çok iyi biliyordu ki suikastçiyi yollayanların hepsi tek tek kanlar içinde hayat veren toprağın üzerinde hareketsizce yatana kadar, babası yattığı yerde huzur bulamayacaktı.

Can yoldaşını yapacağı metali kimsenin gitmeyi göze alamadığı, sürekli çökme tehlikesi olan bir madenin en alt katmanında bulmuştu. Onu ellerine alıp mum ışığına ilk tuttuğunda ne kadar değerli bir keşif yaptığını biliyordu. Heyecanla ağır metali sırtına atıp demirci atölyesine gelmişti. Burası onun mabedi gibiydi. Yaptığı en güzel eserler buradaydı. İnce işçiliklerle süslenmiş vazolar, tablolar, kenarlıklar, kalkanlar ve hatta krallığının arması her bir halkasına oyulmuş zincirler bile vardı atölyesinde. Uldin ülkenin en hünerli demircisiydi ve şimdi toprağın belki de yüzlerce metre altında bulduğu bu inanılmaz güzellikteki parlak dostunu krallığın sembolü haline getirecekti.

 Hemen ocağın başına geçti ve ateşi canlandırdı. Madenlerde geçirdiği beş gün ve ocağı canlandırdığı birkaç saatlik yoğun uğraş sonucunda baştan aşağı her yeri is ve kömür karası olmuştu. Aldırmadan işine devam etti. Ocağa hiç bu kadar odun atmamıştı, hiç kömür stoğunun neredeyse yarısını ocağa boşaltıp sonra da onları körüklememişti. Ocağı da, bu sanatını icra ettiği yer gibi kendisi bizzat yapmıştı. Fakat Uldin bile bu kadar sıcağa dayanıp dayanmayacağını bilmiyordu. Metali eline ilk aldığında içinde bir şeyler kıpırdanmıştı. Biliyordu… Hatta emindi. Bu metali normal bir sıcaklıkta eritip işleyemezdi. Sonunda sıcaklık dayanılmaz olduğunda, ateş maşası bile yer yer sıcaktan eğri büğrü olmaya başladığında, Uldin tüm ihtişamı ile güçlü kollarına aldığı parlak metali ocağın içine sürdü. Çıkan turuncu alevler arasında gözünü kısarak beklemekten başka bir şey yapamıyordu.

Makul bir süre bekledikten sonra kan ter içinde kalmış kaslı kolları ile metali geri çektiğinde gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Metal birazcık yumuşamıştı o kadar. Normal bir demiri eritip buhara dönüştürecek sıcaklık karşısında boyun eğmemişti bile. Uldin’in çatık kaşlarının arasından damlayan ter ve is karışımı çamur ince bir mizah anlayışı ile gülümseyen ağzının kenarından süzüldü. Tam aradığı şeyi bulmuştu. Boyun eğmez, sağlam, ulaşılması güç ve inatçı. Metali tekrar ateşe sürükledi ve körüğün başına geçti. Yorgun kolları ile hiç durmadan saatlerce körükledi ateşi. Sadece ocağa daha fazla kömür atmak için ara verdiği işine inat ve kararlılıkla devam etti. Ocağın her yerinden ve özellikle baca kısmından garip sesler geliyordu. Artık sınıra gelmişti. Daha fazla zorlarsa ocağı patlatacaktı. Elleri artık yorgunluktan titremeye başlamışken, inatla ocağa yöneldi ve inanılmaz sıcağa aldırmadan elinde tuttuğu maşayı uzatıp metali sabırsızca geri çekti. Gözlerinde heyecan ve baş koyduğu işi başarmanın verdiği ihtişamlı bir ışıltı vardı.

Sabırsızca koyu turuncu parlayan metali dövüp sanatını icra edeceği yere getirdi. Daha önce hiç kullanmadığı özel çekicini eline aldı. O anda tüm yorgunluğunu unuttu. Sevgisi, hırsı, yorgunluğu, inatçılığı ve tüm sadakati ile metale şekil verdi. Üç gün ocağın başında kaldı Garin oğlu Uldin. Üç gün boyunca sıcakla boğuşmak adına içtiği su dışında ağzına bir şey götürmedi. Üç gün boyunca demirci ocağından havaya yoğun siyah dumanlar saçıldı. Krallıktaki tüccarlar, soylular, şövalyeler hatta dilenciler bile Uldin’in ne yaptığını merak ediyordu. Fakat kralın danışmanları bile bu kutsal anında Uldin’i rahatsız etme riskini göze alamıyorlardı.

----0----