Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Posted by Malkavian On 24 Ocak 2012 Salı 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm I




Her zaman olduğu gibi hava kapalı ve boğucuydu. Nisroc elinde tuttuğu küçük çakı ile yaklaşık yarım saattir koyu gri yer yer küllerle kaplanmış toprağa bir şeyler çizmeye çalışıyordu. Her seferinde ufacık bir yanlış yapıp tekrardan toprağı elinin tersi ile düzeltip, çizimine devam etmekten artık sıkılmıştı. Üçüncü yanlış çizimden hemen sonra alnından düşen ve gözlerini kapatan açık kızıl saçlarını kuvvetle üfleyerek hem sıkıntısını hem de yoluna çıkan saçlarını uzaklaştırmaya çalıştı.

En sonunda pes edip küçük çakıyı önündeki toprağa fırlattı. Gözleri hemen yanına çömelmiş kardeşine doğru kaydı. Kız kardeşi Nisroc’tan en fazla bu kadar farklı olabilirdi. Durduğu yerde gözlerini kapatmış, pilleri çoktan tükenmiş ve bir daha çalışma umudu olmayan mp3 çalarının kulaklıklarını takmış, yüzünde hoş bir gülümseme ile bir şeyler mırıldanıyordu. Elinde Nisroc’un hangi cehennemden bulduğunu tahmin bile edemediği boş bir kola kutusu vardı. Arada sırada mırıldanmalarını kesip gözlerini açmadan boş kola kutusunu ağzına götürüyor ve hemen ardından kana kana içmiş gibi nefesini verip ağzını elinin tersi ile siliyordu.

‘Kes şunu Dina!’ diye keskince fısıldadı Nisroc.

Dina gözlerini yavaşça bir uykudan uyanırmışcasına araladı ve ellerini iki yana açabildiği kadar uzatarak gerindi. Abisinin ona kızmasına alışıktı. Aslında ona değil, içinde bulundukları duruma kızdığını biliyordu. Bu yüzden sesindeki keskin tona aldırmadan abisine gülümsedi.

‘Neyi?’ dedi en sonunda muzur bir tonda.

‘Her ne yapıyorsan onu. Mutlu olmak için hiçbir sebebimiz yok görmüyor musun?’ Nisroc daha konuşurken savunduğu şeyin yersiz olduğunu anlamıştı ve kardeşinin yaşam veren gülümsemesi devam ederken cümlesinin sonu zor duyulan bir mırıltı gibi çıkmıştı.

‘Geçen gün Dördüncü Bölge yakınlarında devrilmiş bir reklam panosunda gördüm. Kadın aynı demin yaptığım gibi kutuyu ağzına götürüp gülümsüyordu.’

Nisroc kardeşine olan sahte sitemini bir anda kaybetmişti.

‘Ah Dina… Üzgünüm.’

‘Üzülmesi gereken sen değilsin.’ Diye teselli etti abisini Dina ve gözlerinde yeni yeni çakan bir merak pırıltısı ile konuşmasına devam etti. ‘Acaba tadı nasıl bir şeydi?’

Nisroc, Dina’nın son cümlesini duymamıştı bile. Çok uzaklardan gelen bir tangırtıya kilitlenmişti. Emin olmak için bir iki saniye daha odaklandı ve ardından hemen harekete geçti. Kardeşinin kolundan sertçe tuttu ve diğer elini ağzına götürerek sessiz olmasını işaret etti. Hızla yıkık binanın yer yer çökmüş merdivenlerinden yukarı doğru çıkmaya başladılar. Birikmiş moloz yığınlarını dökmemeye uğraşıyorlar aynı zamanda da yıkık dökük merdivenlerden düşmeden yollarına devam ediyorlardı. Binanın en üstüne gelince Nisroc’un iki gün önce buraları keşfe geldiğinde oraya koyduğu çadır bezinin altına girdiler ve üstlerini kapattılar. Nefes nefese kalmışlardı ve Nisroc’un kulağına çalınan tangırtılar giderek yaklaşıyordu.

Nisroc kendinden emin bir gülümseme ile kardeşine baktı. Tehlikeyi zamanında fark etmişlerdi ve şu anda güvendelerdi. Bir iki dakika içinde tehlike yanlarından geçip gidecekti.

Dışarıdan gelen yüksek mekanik sesle ikisi de irkildi.

‘Dışlanmışlar, bu bölgeye giriş izniniz yok. Hemen Beşinci Bölgeyi terk edin.’

Kılıç

Posted by Malkavian On 13 Ocak 2012 Cuma 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Kılıç
Bölüm I







Kendimi bildim bileli hep dünyayı gezdim. Ne bir derdim ne de tasam vardı. İçimdeki o kıpır kıpır enerji ile kural tanımaz nehirlerde serbestçe dolaşıyordum. İhtiyacım olan belki de her şey yanı başımdaydı zaten. Annem, babam ve kardeşlerim hep beraber lav denizinin o asi fokurtuları arasında dünyayı geziyorduk. Yer yer siyahın en koyu tonuna çalan devasa granit taşların arasından akan kan kırmızı magma nehri dünyayı yüzyıllardır, belki de binlerce yıldır hiç yorulmadan dolaşıyordu. Ben de onunla birlikte yol alıyordum tabiî ki. Her attığımız turda nehrin geçtiği yol daha da değişiyordu. Bazen derinlere dalıp turuncu ve göz alan sıcacık lavlara dalıyorduk. Bazen de yeryüzüne daha yakın küçük akıntılarda serinliyorduk. Hayat çok güzeldi anlayacağınız. Taa ki ben o aptalca kararı verip her zaman gittiğimiz döngüden vazgeçene kadar.

Yeryüzüne yakın bir akıntıda ilerliyorduk ve önümüzde bir yol ayrımı belirdi. Binlerce yıldır aynı yolda devam eden yolculuğum, artık canımı sıkmıştı ve yeni yerler görme çabası ile bu sefer sağdan değil de akıntının daha az olduğu soldaki yoldan gitmiştim. İlerledikçe akıntı azaldı ve hava iyice soğudu. İçime bir ürperti yayıldı. Burası gerçekten de bana bahsettikleri kadar korkunçtu. Taşlar siyah renklerini yavaş yavaş çirkin bir koyu kahverengiye bırakmıştı. Tanrım ne kadar berbat bir görüntüydü. İki kenarda katman katman donmuş magmanın oluşturduğu siyah bir şerit sanki gerçek dünyadan bu lav akıntısını ayırıyor gibiydi. O enerji ile dolup taşan nefretle fokurdayan görkemli nehre ve lav çağlayanlarına ne olmuştu? Soğuktan donmuş ve katılaşmışlardı resmen. Korkudan mı, yoksa giderek yüzeye daha çok yaklaştığımdan mı bilmem içimdeki ürperti giderek arttı. ‘Lanet olsun!’ diye söylendim kendi kendime. Ya bu nehir bir yere çıkmıyorsa? Ya benim sonum da kararmış lavlar gibi donarak yitmek olursa?

Korktuğum gibi de oldu. Lav nehri sonunda iyice yavaşlayıp küçük bir magma göletine döküldü. Soğuk giderek arttı. İçimin ürpertisi ise bir gün bile azalmadı. Özümün yavaş yavaş donduğunu hissedebiliyordum ama bu konuda bir şey yapamıyordum. Beni sıcak tutan lavlar da soğuğa teslim olarak, kararmaya başlamıştı sonunda. Suçlu onlar değil. Sonuçta ellerinden geleni yaptılar beni sıcak tutmak için… Birkaç yüzyıl orada hapis kalmış olmalıyım. Yavaş yavaş donmak ve bu konuda hiçbir şey yapamamak nasıldır bilir misiniz?

Dondurucu soğuğun içinde büyük bir acı çeken benliğim, sonsuz bir hasretle yanıp tutuşuyordu. Sıcak yuvama bir gün geri döneceğime emindim. Bu umudu içimde korumalıydım. Yoksa nasıl devam edebilirdim ki?

Birkaç yüzyıl o göletin içinde, etrafımda katılaşmış lavların oluşturduğu büyük bir örtünün altında uyudum. Taa ki o inanılmaz gürültüyü işitene dek. ‘Tak… Tak... Tak…’ Etrafımda katılaşmış ve artık granit gibi sertleşmiş siyah örtü titredi. Sert bir cisim bana çarptı. Sonra tekrar çarptı. Eh benim kadar sert olamazdı. Ben en asil metallerin soyundan geliyordum ve donup kalmıştım burada resmen. Hem de yüzyıllarca. Durdu ve sonra ben çırılçıplak kalana kadar etrafımdaki örtüye defalarca darbeler indirdi.

----0----


Tanrım! Bu ne kadar da çirkin bir yaratıktı böyle. Kısa boylu. Her tarafından kıllar fışkıran, kaya kadar sert uzuvları olan bir yaratıktı. Beni aldı ve ufak bir ateş parçasının yanına gelene kadar inceledi. Yüzyıllar sonra gelen bu sıcaklık içimi ısıttı. Küçük de olsa ateşe tekrar bu kadar yakın olmak ne kadar da güzel bir histi!

Hızla küçük bir tünelden geçtik. Lanet olsun! Bunca yüzyıl donarak yaşadıktan sonra bundan daha büyük bir soğuk olamayacağını düşünüyordum. Yanılmışım… Özlemi ile yanıp tutuştuğum lav denizinden giderek uzaklaşıyordum. Ailemin ve arkadaşlarımın hep korku ile bahsettiği yeryüzü dünyasına doğru ilerliyordum. Birkaç saat sonra çirkin yaratığın sırtındaki çantada yaptığım yolculuk nihayetine erdiğinde içime nasıl bir korku işlediğini sizlere anlatamam. Fakat bu bile içeriye girdiğimde düştüğüm şokun yanında az kalırdı emin olun.

Benim gibiler için bir mezarlık olsaydı kesinlikle buraya benzerdi. Akrabalarım, yanında dolaştığım bütün metaller soğuktan donmuş, bilinçlerini kaybetmiş şekilde sağa sola dağılmışlardı. Lav denizlerinin fokurtuları arasında neşe ile bir o yana bir bu yana koşturan metallerden çirkin ve soğuk vazolar, çiviler, tencereler, zincirler yapmışlardı.
----0----



Garin oğlu Uldin, heyecanla titreyen elleri arasında duran hayatında gördüğü en parlak metali şömine ışığının boğuk ışığına doğru tuttu. Babası Garin gibi uzun boylu ve yapılıydı. Omzuna dökülen siyah saçları, yakışıklı ve akılda kalan yüzü ile kralların soyundan geldiği ortadaydı. Metalin pürüzsüz ve kaygan yüzeyinden yansıyan ışığın belki de onlarca katı Uldin’in krallıktaki birçok kızın gönlünü çalan gözlerinden etrafa saçılıyordu. Babası lanet olasıca bir suikastçi tarafından, yatağında bıçaklanarak öldürüleli beş gün olmamıştı bile. Onun onurunu korumak adına beş gün önce en derin madenlere tek başına yolculuğa çıkmıştı. Kendisine can yoldaşını bulmak için. Çünkü Garin oğlu Uldin çok iyi biliyordu ki suikastçiyi yollayanların hepsi tek tek kanlar içinde hayat veren toprağın üzerinde hareketsizce yatana kadar, babası yattığı yerde huzur bulamayacaktı.

Can yoldaşını yapacağı metali kimsenin gitmeyi göze alamadığı, sürekli çökme tehlikesi olan bir madenin en alt katmanında bulmuştu. Onu ellerine alıp mum ışığına ilk tuttuğunda ne kadar değerli bir keşif yaptığını biliyordu. Heyecanla ağır metali sırtına atıp demirci atölyesine gelmişti. Burası onun mabedi gibiydi. Yaptığı en güzel eserler buradaydı. İnce işçiliklerle süslenmiş vazolar, tablolar, kenarlıklar, kalkanlar ve hatta krallığının arması her bir halkasına oyulmuş zincirler bile vardı atölyesinde. Uldin ülkenin en hünerli demircisiydi ve şimdi toprağın belki de yüzlerce metre altında bulduğu bu inanılmaz güzellikteki parlak dostunu krallığın sembolü haline getirecekti.

 Hemen ocağın başına geçti ve ateşi canlandırdı. Madenlerde geçirdiği beş gün ve ocağı canlandırdığı birkaç saatlik yoğun uğraş sonucunda baştan aşağı her yeri is ve kömür karası olmuştu. Aldırmadan işine devam etti. Ocağa hiç bu kadar odun atmamıştı, hiç kömür stoğunun neredeyse yarısını ocağa boşaltıp sonra da onları körüklememişti. Ocağı da, bu sanatını icra ettiği yer gibi kendisi bizzat yapmıştı. Fakat Uldin bile bu kadar sıcağa dayanıp dayanmayacağını bilmiyordu. Metali eline ilk aldığında içinde bir şeyler kıpırdanmıştı. Biliyordu… Hatta emindi. Bu metali normal bir sıcaklıkta eritip işleyemezdi. Sonunda sıcaklık dayanılmaz olduğunda, ateş maşası bile yer yer sıcaktan eğri büğrü olmaya başladığında, Uldin tüm ihtişamı ile güçlü kollarına aldığı parlak metali ocağın içine sürdü. Çıkan turuncu alevler arasında gözünü kısarak beklemekten başka bir şey yapamıyordu.

Makul bir süre bekledikten sonra kan ter içinde kalmış kaslı kolları ile metali geri çektiğinde gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Metal birazcık yumuşamıştı o kadar. Normal bir demiri eritip buhara dönüştürecek sıcaklık karşısında boyun eğmemişti bile. Uldin’in çatık kaşlarının arasından damlayan ter ve is karışımı çamur ince bir mizah anlayışı ile gülümseyen ağzının kenarından süzüldü. Tam aradığı şeyi bulmuştu. Boyun eğmez, sağlam, ulaşılması güç ve inatçı. Metali tekrar ateşe sürükledi ve körüğün başına geçti. Yorgun kolları ile hiç durmadan saatlerce körükledi ateşi. Sadece ocağa daha fazla kömür atmak için ara verdiği işine inat ve kararlılıkla devam etti. Ocağın her yerinden ve özellikle baca kısmından garip sesler geliyordu. Artık sınıra gelmişti. Daha fazla zorlarsa ocağı patlatacaktı. Elleri artık yorgunluktan titremeye başlamışken, inatla ocağa yöneldi ve inanılmaz sıcağa aldırmadan elinde tuttuğu maşayı uzatıp metali sabırsızca geri çekti. Gözlerinde heyecan ve baş koyduğu işi başarmanın verdiği ihtişamlı bir ışıltı vardı.

Sabırsızca koyu turuncu parlayan metali dövüp sanatını icra edeceği yere getirdi. Daha önce hiç kullanmadığı özel çekicini eline aldı. O anda tüm yorgunluğunu unuttu. Sevgisi, hırsı, yorgunluğu, inatçılığı ve tüm sadakati ile metale şekil verdi. Üç gün ocağın başında kaldı Garin oğlu Uldin. Üç gün boyunca sıcakla boğuşmak adına içtiği su dışında ağzına bir şey götürmedi. Üç gün boyunca demirci ocağından havaya yoğun siyah dumanlar saçıldı. Krallıktaki tüccarlar, soylular, şövalyeler hatta dilenciler bile Uldin’in ne yaptığını merak ediyordu. Fakat kralın danışmanları bile bu kutsal anında Uldin’i rahatsız etme riskini göze alamıyorlardı.

----0----