Furian’ın fısıltılı sesi daha kulaklarına ulaşır ulaşmaz Xen’in ayakları aceleyle hareket etti ve Furian’ın az önce kaybolduğu çalılıktan geçerek ileri doğru atıldı. ‘Bu sefer değil.’ diyordu kendi kendine.
Hızla koştu. Eski dostu gözünün önünden ayrıldığından beri ancak saniyeler geçmişti, fakat yine de onu bulmak kolay değildi. Aceleci tavırlarla havadaki izleri inceledi. Yerdeki izleri incelemek anlamsızdı. Furian neredeyse hiç iz bırakmadan yürürdü. Boğuk havadaki ufak titreşimleri takip etti ve dakikalar süren bir takipten sonra ileride aradığı adamın siluetini gördü. ‘Bu sefer cevaplarımı alacağım!’ Dedi Xen inatla.
Furian’ın kulaklarına kadar açılan ağzının kıvrımları görülmeye değerdi. Her zaman tartışmadan kaçınan Xen olurdu ama bu sefer işler değişmişti.
Furian gülümsemesini bastırmayı başaramadı ve ‘Bakalım ne kadar paslanmışsın eski dostum!’ diyebildi. Daimi gülümsemesinin arasından sıktığı dişleri belli oluyordu. Kırmızı güç kıvılcımları saçan ellerini toprağa doğru çevirdi ve eliyle havayı yakalayıp yukarıya kaldırmaya çalışıyormuş gibi bir hareket yaptı.
Toprak sarsıldı ve çatlamaya başladı. Bir anda Xen’in etrafı çatlaklardan yavaşça çıkan iskeletlerle doldu. Toprak dolmuş eklemlerini gıcırdatarak, silahlarını ellerine alan yaratıklar hiç vakit kaybetmeden bir bir Xen’e saldırmaya başladılar.
Tehlikeyi hemen hissedip yanına gelen atının üzerine rahatça atladı. İskeletlerin oluşturduğu ufak güruhun arasında kalan gümüş şövalye kılıcına daha davranmamıştı. Zırhlı omuzlarını hafifçe geriye doğru yuvarlak yaparak açma hareketi yaptı. Kafasını sağa ve sola hızla salladı ve boynunu kütletti. Son olarak iki ellini birbirine geçirerek İskeletlerin hareket etmesi ile oluşan gıcırtılara eşlik etti.
Ölülerin gözleri yoktu ama olsa bile bir şey fark etmezdi. Şövalyenin hareketlerini yakalamanın imkanı yoktu. Xen kılıcını ilk düşmanı ona varmadan saniyeler önce çekmişti. Kılıcın kından çekilme sesi düz ovada yeni yeni yankılanırken önüne ilk gelen üç iskelet kemik yığınları şeklinde yerde yatıyorlardı.
Xen vakit kaybetmeden atını hızlandırdı ve kılıcını iki tarafından sallayarak müthiş bir ölüm dansına başladı. Etrafında onu öldürmek için can atan iskeletler yokmuş gibi Furian’a doğru ilerledi.
‘Paslanmamışsın…’ diye fısıldadı Furian gülümsemesi bir an olsun yüzünden silinmeden. Uzun zamandır kendini zorlayacak bir rakiple dövüşmemişti.
Xen arkasında yirmiye yakın iskelete aldırmadan önündeki adama doğru ilerledi. Furian ile arasında duran iki iskelete doğru atını sürdü. Beyaz atın üzerinden sanki üzerinde zırhlar yokmuş gibi çevik bir hareketle takla atarak yere indi. Rakiplerine bir adım kala aniden durdu. Ayaklarının yerde kayması ile çıkan tozun arasında, iki eliyle tuttuğu kılıcı, etrafında çemberler çizerek döndürmeye başladı. Devinimi giderek hızlanırken oluşan ufak kum fırtınasının arasından ölüm saçan kılıcı bir görünüp bir kayboldu. Son iskeletler de bilinçsiz varlıkları ile bu ölüm saçan döngüye yaklaştılar ve birer birer yere yığıldılar. Etrafına saçılmış kemik yığınlarının üzerinden tam bir takla atarak sıçradı ve Furian’a doğru kılıcını saplamaya çalıştı. Havadayken iki eliyle tuttuğu kılıç yere sertçe saplandı. Furian çoktan geriye doğru bir adım atmıştı bile.
Furian bu diyarlara akıttığı kanlar ile nam salmış kılıcını hızla çekti. Xen de yere saplanan kılıcının ejderha motifleri arasındaki gizli düğmeye dokundu. Çıkan ufak mavi akımlar kollarına titreşimler gönderirken yerden iki kılıcı çekti.
‘Siz çocuklar daha sık dövüşmelisiniz. Yirmi beş yıldır sıkıntıdan patladım resmen.’ dedi Dui daha kıvılcımlar çıkarken.
‘Sanırım onu çok iyi yetiştirdik Dui. Artık bize ihtiyaç duymuyor bile baksana.’ Sui’nin telepatik sesi kulaklarında yankılandı.
‘Sessizlik!’ Xen’in sesi otoriter ve etkileyiciydi. İki kılıçta hemen seslerini kestiler.
Az önce ayaklarını sürüyerek ovadan ayrılan ork ve şövalye birlikleri ilk kılıç çınlamasıyla birlikte sesin geldiği yere doğru yönelmeye başladılar. Sarı toprak tekrar havalandı. Aceleci adımlarla dövüşen iki siluetin olduğu yöne doğru akın akın koşmaya başladılar. Tek bir farkla; İki tarafın da aklında savaşma düşüncesi yoktu.
Psaela ve Seveal’ın şampiyonlarını dövüşürken görmek her ölümlüye nasip olmazdı. Şimdi ise ork ve şövalyelerin oluşturduğu topluluk az önce savaşmayacaklarmış gibi yan yana bu mücadeleyi izliyorlardı. Daha doğrusu izlemeye çalışıyorlardı. Yapılan her on hamlenin ancak ikisini yakalayabiliyorlardı. Geniş ovadaki herkes gözlerini kısmış, suratlarında anlamaya çalışan bir ifade ile izliyordu.
Furian hızla etrafında döndü. Alçaktan ve yukarıdan hızla saldırdı. O kadar karmaşık saldırılar yapıyordu ki karşısındaki Xen’den başkası olsa çoktan birkaç darbe almış olurdu. Furian akıllıca davranarak nefesini toparlayabildiği her anda farklı sayılar söylüyordu. İzleyicilerden hiçbiri buna anlam veremiyordu fakat Xen bunu neden yaptığını çok iyi biliyor ve rakibine bir kez daha saygı duyuyordu. Gümüş şövalyeyi bütün hamleleri saydığını ve sabırla açık beklediğini bilecek kadar iyi tanıyordu.
Furian’ın yerden gelen tekmesinin üzerinden atladı ve anında kafasını eğdi. Az önce orda olmayan bir kılıç başının üzerinden geçerken yere basan ayaklarını serbest bıraktı ve bir takla atarak yana doğru bir hamle yaptı. Furian sol ayağını kılıcın önünden son anda çekti ve çektiği hızla geri indirip kılıcı toprak ile ayağının arasına sıkıştırdı.
‘Dui elektirik!’ dedi Xen sıktığı dişlerinin arasından sağ elindeki kılıç bir anda rakibini çarpıp birinci kalite botları üzerinde delikler açarken.
Furian ayağını irkilerek kılıcın üzerinden çekti ve elinde tuttuğu kılıç ile hızla hamleler yaparak avantajını kaybetmemek adına mücadele etti. Fakat artık çok geçti. O bir saniyeden de az olan tereddüdü sırasında Xen istediği ve beklediği açığı bulmuştu. Sağ elinde tuttuğu Sui ile yaptığı hamle gevşekçe Furian tarafından karşılanır karşılanmaz kılıcını diğer kılıcın etrafından dolandırdı ve gümüş zırlı eliyle Furian’ın suratına okkalı bir yumruk attı.
Furian darbenin etkisi ile üç adım geriledi ve sarsılmış bir şekilde zorla ayakta kalabildi.
‘A-Oo Sağ ayağını geriye attı.’ Dedi Dui sesi endişeli geliyordu.
‘ve belinin üst kısmını da iyice arkaya gerdirdi.’ Diye fikrini belirtti Sui.
‘Evet kılıç fırtınasına hazırlanıyor.’ Dedi Xen dövüşe muazzam bir şekilde odaklanmıştı ve sesinde hiçbir duygudan eser yoktu. Sağ elindeki kılıcı sıkıca tuttu. ‘Dui kalkan!’ diye emir verdi.
‘Her seferinde ben kalkan oluyorum. Artık sıkıldım. Neden Sui hiç kalkan olmuyor ki?’ diye mızmızlandı Dui
Furian sendeleyen sahte görünümünü aniden bıraktı ve birden etrafında dönmeye başladı. Ovada kendilerini izleyenlerin hayret dolu nidaları ile karışan ‘Kılıç Fırtınasından sağ çıkan olmadı.’ Sözleri bir ilahi gibi etraflarında dolaşırken tek bir ses duyuldu.
‘Dui kalkan!’
‘Dui kalkan!’ Xen ve Sui inin sesi aynı anda bağırmıştı.
Furian’ın oluşturduğu kılıç fırtınası inanılmaz bir hız ile Xen’e çarptı.
Gümüş şövalye arkadaşının bu hamlesini çok iyi biliyordu. Dikkatle ayaklarını gözlemlemişti. Furian’ın sağ ayağını destek alıp sol ayağı ile dönmeye başladığını görmüştü. Kılıç fırtınasının tek bir açığı vardı. O da bir kez başladı mı kontrolün tamamen elinizden çıkmasıydı ve böylece saldırılar tek bir taraftan geliyordu.
Son anda kalkana dönüşen Dui’yi sağ tarafına sertçe sapladı ve hemen mükemmel bir denge kurarak tek dizinin üzerine yere eğildi. Sol elindeki Sui’yi de yere saplayarak kılıçtan güç aldı ve boyun eğmez bir kaya kadar sert üzerine gelen fırtınayı karşıladı.
‘Bir dahakine ne durumda olduğumuz umrumda bile değil. İsterse kocaman bir ejder tüm nefretini üzerimize kussun. Ben kalkan olmuyo… Ahh… Hey bu acıttı! Hay bin çölde kaybolasıca…’ Dui’nin sesi çok kısa aralıklarla çınlayan kılıç sesinin arasında boğuldu kaldı.
Xen sabırla kılıç fırtınasının dinmesini bekledi. Furian bütün hırsıyla yaptığı çılgınca saldırıya devam ederken dişlerini sıktı ve dayanmaya çalıştı. Fırtına dakikalar sonra bittiğinde kulağındaki çınlamaya aldırmadan ayağını ileriye doğru uzattı. Kontrolü tamamen elinden kaybetmiş olan Furian uzatılan ayağa sertçe çarptı ve yere kapaklandı. İskeletlerle yaptığı anlamsız gösteri sonrasında böyle büyük bir saldırıya girişmişti umutsuzca ve bu onun gücünü büyük bir ölçüde tüketmişti. Oysa Xen kılıcını sallamak ve savunmaktan başka bir şey yapmamıştı.
Xen hemen Furian üzerinde baskı kurdu ve açıkları bulduğu bütün anlarda rakibine ufak kesikler atmaya başladı. Sonunda bitap düşmüş Furian yere kapaklandığında artık savaşmak için kolunu bile kaldıramayacak durumdaydı.
Xen son tekmeyi de atıp Furian’ı yere serer sermez yanında bitti ve ayağı ile onu yerde tuttu. Kılıcı ile Furian ın kılıcını elinden ittirdi ve dirseği ile boğazına abandı.
‘Sadece bir kere soracağım eski dostum.’ Artık Xen de yorulmuştu ve nefes nefese kalmıştı. ‘Neden Psaela’ya hizmet ediyorsun?’
Furian kana bulanmış dişlerini göstererek gülümsedi. Ağzındaki kanı tükürdü ve derin bir nefes aldı.
‘Seni kurtarmak için aptal!’
‘Beni kurtarmak mı? Ne saçmalıyorsun sen kafana çok mu hızlı vurdum acaba…’
‘Arenada drow ile dövüşünü hatırlıyor musun? Sen öldün Xen ve ben...’
‘Ne arenası? Neler saçmalıyorsun sen?’
Furian kahkahalara boğuldu. ‘Bana inanmıyorsan Seveal’a sor. Seni kurtarmak için kendi ruhumu Psaela’ya feda etmemi öneren oydu dostum.’
‘Sana inanmıyorum!’
Xen sinirden köpürmüştü. Eskiden arkadaşı olan bu adamın yalanları artık canına tak etmişti. Sui yi havaya kaldırdı ve hızla rakibinin boğazına doğru indirdi.
Furian’ın az önce kanlar saçan ağzından dökülen ‘dostum’ kelimesini duymamıştı bile…
Bölüm III
Taksinin şaşırtıcı derecede rahat koltuğuna sırtımı yaslayıp düşüncelere daldığımdan beri aklımda ‘kim’ ve ‘neden’ kelimelerinin içinde olduğu birçok soru dolanıyordu. Baş ağrıtacak kadar çok bilinmezle aynı anda uğraşmaya çalışıyordum. Bindiğim taksi sert bir frenle büyük bir binanın önünde durdu. Geveze taksi şoförüm sesini kesip de suratıma beklenti içinde bakmaya başlayınca sonunda istediğim yere geldiğimi anladım. Taksimetrede yazan miktarın iki katını ödedim ve adam tekrar konuşmaya başlamadan hemen önce kapıyı kapatıp hızlı adımlarla binaya girdim.
Gördüğüm en büyük alışveriş merkezlerinden biriydi. Hızlı adımlarla merdivenlerden yukarı çıktım ve yaşlı çekik gözlü terzinin bana tarif ettiği mağazaya girdim. Etrafıma hızlı bir bakış attım. Amma kaliteli şeyler satıyorlardı böyle. Doğruca danışma masasına ilerledim ve burun yapısından ve ten renginden burnu havada bir Fransız olduğu çok belli olan adama doğru ilerledim.
‘İyi günler bayım.’
‘İyi günler beyefendi size nasıl yardımcı olabilirim.’ Adamın Fransız aksanı ve siyah jöleli saçları resmen beni tiksindiriyordu.
İşte şimdi söyleyeceklerime çok dikkat etmem gerekiyordu. Ne diyebilirdim ki. Bu ceketi buradan aldım ama kim olduğumu hatırlamıyorum. Bana adresimi verebilir misiniz mi diyecektim. Karşımdakine belli etmeden istediğim bilgiyi almalıydım. Düşün… Düşün…
‘Bu takım elbiseyi buradan aldım ve sanırım fatura adresinde bir karışıklık olmuş. Kayıtlarınızı kontrol etmeniz mümkün mü acaba?’ O da nesi bunları ben mi söylemiştim. Aklım gerçekten hızlı çalışıyordu.
Adam seri numarasını istedi ve ben de ceketimi açmaya bile gerek duymadan ezberimden söyledim ‘198654’ ve sonra fark ettim ki hafızam oldukça iyiydi. Hatta iyi de ne kelime mükemmeldi. Mağazaya girdiğimde en fazla üç saniye kadar etrafıma göz gezdirmeme rağmen şu anda gözümü kapatsam en ince ayrıntısına kadar hangi reyonda ne olduğunu renklerine kadar sayabilirdim. İstemsizce gülümsedim ve şüphelendirmemem gereken görevlinin bana ters bakışlar atmasına sebep oldum. Ne yapabilirim ki hafızasını yeni kaybetmiş birinin bu denli güçlü bir hatırlama yeteneğine sahip olması gülünç değil de neydi?
Kafama kim veya ne vurduysa iyi iş başarmıştı.
Görevli parmaklarını önündeki ekranın hemen altında duran klavyede hızlı hareketlerle gezdirmeyi bıraktı ve kısa süren bir incelemeden sonra bir bana bir ekrana bakmaya başladı.
‘Etikete göz atmamın sakıncası var mı bayım?’ diyen Fransız onayımı beklemeden elleri ile ceketin iç yakasındaki numaraya göz gezdirdi. Sonra tekrardan bilgisayarının başına geçti ve söylene söylene ‘Ama nasıl olur bu çok değerli müşterimiz… Beye ait’
Lanet Fransızlar! Galiba bu yüzden nefret ediyorum hepsinden. Düzgün konuştuklarında bile zar zor anlaşılıyorlar bir de karşımdaki mırıldanarak konuşuyordu. Bana en çok gerekli bilgiyi yutarak söyleyen ağzının ortasına yumruk atmamak için kendimi zor tuttum.
‘Kim dediniz?’ eh denemeye değerdi.
Ağzını açtı ve tam söyleyecekken tekrar kapattı. Lanet olasıca ağzını yuvarlamıştı. ‘O’ ile mi başlıyordu acaba.
‘Belli ki bir yanlış anlaşılma olmuş. Faturamı bahsettiğiniz beyefendiye göndermişsiniz. Bana adresini verirseniz muhasebecimi gönderip faturamı geri aldırabilirim.’ Eh bu durum için fena yalan değildi. İlkini de destekliyordu fakat neden olduğunu bilmesem de nefret ettiğim görevli bu numarayı da yutmadı.
‘Üzgünüm bu bilgiyi sizinle paylaşamam. Fakat bir kimlik ve telefon numarası verirseniz kaydınızı alabilirim.’
Hiç yararı yoktu. Çıkmaz yola geldiğimde anlarım. Ben ısrar edecektim ve o da inatlaşmaya devam edecekti. Sonra ben müdürü ile görüşmek istiyorum diyince de, iyice bana gıcık olup istediğimi yapmamak için elinden geleni yapacaktı.
O sırada yaklaşık üç metre ileride kasada ödemesini yeni yapmış olan bayan fişine bakarak dalgınca mağazanın çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.
‘Pekala…’ Dedim ve vücudumun kontrolünü beş saniyeliğine tamamen yitirdim. Bilinçaltımın derinliklerinde çok yetenekli biri vardı ve kontrolü eline almıştı. Acemi hafızamla, deneyimli vücudumun yaptıklarını bir seyirci gibi izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Ellerim daha önce bahsettiğim kuvvetli hafızamın mağazada önceden belirlemiş olduğu, danışma masasının üzerindeki rengârenk fularlardan birini hızla çekip alırken, vücudum hiç bir şey yokmuşçasına arkasını dönüp az önce alışverişini tamamlamış bayana hafifçe çarptı. Ağzım ’Çok affedersiniz.’ Derken bir elim kadını omuzlarından tutup kibarca özür diliyor, diğer elim ise az önce yürüttüğü üzerinde alarm olan fuları kadının alışveriş çantasına atıyordu.
Ta Taa… Alarm çalarken önümdeki Fransız koşarak girişe gitti ve bayanı nazikçe sorgulamaya başladı. İçimden ıslık çalarak rahat bir yürüyüş ile masanın arkasına dolandım ve adresi kolayca hafızamın bir köşesine not ettim.
O pislik Fransızın ‘O’ ile başlayan bir şey söylemeye çalıştığına emindim zaten. Takım elbisemin sahibi Bay Osgard bekle beni geliyorum.
Bu arada Fransızlardan neden bu kadar çok nefret ediyorum acaba?
Bölüm II
Düşüncelere dalmış bir şekilde adımlarımı atarken etrafın sessizleştiğini ve ana caddeden uzaklaştığımı unutmuş olmalıyım. Yine bir ara sokağa getirmişti ayaklarım beni.
‘Hey! Zengin pislik bütün paralarını sökül bakalım!’ Kalın ve tehditkar bir sesti. Sesin sahibi siyahi, bonus kafalı, iri yarı adam bu cümleyi bana düşük bel giydiği kot pantolonunun arka cebinden ufak bir bıçak çıkartırken söylemişti.
‘Geç kaldın. Başka kapıya Jimmy!’ dedim sakince. Bu da neydi böyle? Evet adam bariz bir şekilde geç kalmıştı. Meteliğim yoktu fakat bu durumu bu kadar sakince karşılamam ve üzerine bir de adamla dalga geçmem kabul edilir şey değildi doğrusu. Eh en azından müzik zevkim fena değildi.
‘Hep aynı terane. Söyle bakalım gece uyurken de onlara sarılıp mı uyuyorsun?’ Suratında oluşan pis gülümseme siyah tenine tezat oluşturan bembeyaz dişlerini ortaya çıkarmıştı.
Omuz silktim ve iri yarı adam bana yaklaşırken, ben de bir iki hızlı adımla adama doğru yaklaştım. Belli ki şaşırmıştı. Genelde karşılaştığı insanlar o yaklaşırken umutsuzca arkalarındaki duvara doğru adım atıyor olmalıydı. Sahi ben niye öyle yapmıyorum ki?
Adam derin bir nefes aldı ve bıçağını geniş bir hareketle genişten salladı. Ya da sallamaya çalıştı demeliyim. Koluna ve dirseğine arka arkaya iki darbe indirdim ve eğilerek etrafımda tam bir tur attım. O da nesi! Yaklaşık yüz kiloluk kas yığını, ayakları tepede başı aşağıda yüzünde garip bir ifade ile yere kapaklanıyordu. Derin nefes alışın hamle yapacağına dair işaret olduğunu ve kolunun tam olarak neresine vurursam rakibimi acıdan kıvrandırırım biliyordum. Dövüş dersleri almış olmalıydım. Bu cüssede bir adamı tepetaklak edebiliyorsam fizikten de az buçuk anlıyordum. Bütün paramı kaliteli giysilere harcamamam ya da onlara sarılıp uyumamam iyi olmuş.
Tam olayın heyecanını üzerimden atıp suç mahallinden uzaklaşmaktaydım ki - Hadi oradan kimi kandırıyorum. Bir damla bile heyecanlanmamıştım- Bu Jimmy kılıklı adamın anlık problemlerimin hepsine çözüm getirdiğini fark ettim. Hızla ellerimi baygınlığın verdiği bilinçsizlikle sayıklayan adamın ceplerinde dolandırdım. Hatırı sayılır bir tomar para ve güzel kokular yayan, torbalanmış, birinci kalite, iki yıl bol su ile yetiştirilmiş ot buldum.
Bir otun kokusundan bu kadar çok bilgi edinmemden çok, bir gram bile canımın istememesine şaşırmıştım. Demek ki bağımlı değildim ve aslına bakarsanız nefret bile ediyordum. Az önce yaptığım Bruce Lee hareketleri de cabası. Acaba odamda asılı bir posteri var mıdır?
Jimmy’nin ceplerinde bulduğum birinci kalite otu ve bir tomar parayı cebime indirdim ve düşüncelere dalmış bir şekilde ıslık çaldım. Ani bir fren ile önümde duran taksiye atladım ve ‘Beni hemen bu adrese götür!’ dedim ve adam aptal aptal suratıma bakmaya başladı.
Filmlerde bu replik gerçekten çok karizmatik duruyordu. Eh tabi bahsi geçen filmlerde üzerinde Çince yazılar olan gazete parçasını taksiciye uzatmıyorlardı. Atmosferi tamamen kaybetmiş şekilde adamın elinden adresi alıp çevirisini bir güzel yaptıktan sonra arkama yaslanıp elimdeki veriler ışığında bir sonuç çıkarmaya çalıştım.
Öncelikle hafızamda tık yoktu. Çince biliyordum ve anlaşılan züppenin tekiydim. Ayrıca ilginç şeyler hakkında gereğinden fazla bilgi dağarcığına sahiptim ve kung-fu biliyordum. Garip bir karışım ve işin aslı artık iyi adamlardan olmadığım gerçeği giderek güçleniyordu. Bundan sonra karşılaşacağım kişilerle konuşmalarıma ekstra dikkat etmem gerekecekti. Eğer bir çeşit mafyaysam ve düşmanlarım hafıza kaybımı öğrenirse hoş olmayan şeyler meydana gelebilirdi.
Hafıza kaybı yeterince kötü değilmiş gibi, bir de şimdi mafya olmakla uğraşmak zorundayım iyi mi!
En azından mafya olduğuma seviniyordum. Onlar silah kullanırlar ve düşmanlarını dövmek yerine, onların muhtelif yerlerinde delikler açmayı amaçlarlar. Temiz iş. Kafamdaki gibi lanet olasıca şişliklerle uğraştırmıyorlar insanı.
Aklımda şimdi yeni bir soru belirmişti. Madem dövüş sanatlarında bu kadar ustayım, neden bu lanet olasıca Çin mahallesinin ara sokaklarında sağlam dayak yemiş şekilde kendime geldim?
Olabildiğine uzun binaların çevrelediği bu dar sokakta, yağmurla asfalta yapışmış gazete sayfalarının oluşturduğu kaotik desenlerin üzerinde gözlerimi açtım. Hissettiğim ilk şey vücudumun çeşitli yerlerinden beynime gönderilen acı sinyalleri oldu. Her yerim sanki birkaç defa yüksekten düşmüşüm de ağrımayan yerim kalmamasına özellikle dikkat etmişim gibi ağrıyordu. Bunca zamandır baygın yatmış olmalıyım. Üzerimdeki uzun siyah pardösü ve içine giydiğim kaliteli takım elbisem sırılsıklam olmuş. İyi de deminden beri aklıma takılan bir soru var…
Kimim ben?
Elimle hafifçe başımın her yerini yokladım. Evet, ağrılarımın büyük bir çoğunluğunun kaynağını bulmuştum. Kan yoktu fakat bolca şişlik ve darbe izi vardı. Sağa doğru bir adım attım ve sonra vazgeçip sola doğru gitmeye karar verdim. Sonra tekrar durdum. Kim olduğumu hatırlamadığım gibi nerede yaşadığımı da hatırlayamıyordum. Derin bir nefes alıp kendime ‘Sakin ol.’ Dedim. Hemen ellerimi bütün ceplerimde hızlıca gezdirdim. Ne bir kimlik, ne de bir cüzdan vardı. Eh bu ara sokakta on dakikadan fazla baygın kalmış olmalıydım. Herhangi bir sokak serserisi daha fazla içki alabilmek adına pek ala kolayca cüzdanımı cebine indirmiş olabilirdi.
Birçok darbe almış olmasına rağmen aklım hızlı ve pratik çözümler üretmeye devam ediyordu. Demek ki zeki biriydim. Hemen ceketimi ve birinci sınıf görünen pardösümü inceledim. Herhangi bir marka yoktu fakat bir numara yazılmıştı özenli harflerle küçük bir etikete. ‘198654’ Bu iyiye işaretti işte. Marka giyinsem herhangi bir dükkandan herhangi bir fiyata bu ürünü almış olabilirdim fakat numaralar sadece özel tasarımlarda olurdu.
Ceplerimi tekrar kontrol ettim. Lanet olasıca hırsız tek bir kuruş bile bırakmamıştı. Hemen kalabalık olan sokağa adım attım ve önüme gelen ilk dükkandan içeriye attım kendimi. ‘İyi günler beyefendi.’ Ooo çok fiyakalıyım. Diksiyonum oldukça düzgün ve kelime vurgularını çok iyi yapıyorum. Bu konuda eğitim aldığım çok belli. ‘Acaba rica etsem bana buraya en yakın kendi kreasyonlarını yapan terzi veya mağazayı tarif edebilir misiniz?’
Adam elinde dikmekte olduğu kumaşı bir kenara bırakıp burnuna kadar düşürdüğü gözlüklerinin üzerinden bana baktı. ‘Tarife gerek yok bayım. Etrafınıza bir bakın.’
Kendime not: Pratik zekalı ve zekiyim ama olabildiğine dikkatsizim.
‘Ah tam da aradığım yer. Bayım acaba bu üzerimdekilere bakıp bunların kimin elinden çıktığını söyleyebilir misiniz?’
Adam soru karşısında biraz afallamıştı. Tabi ki benim hafıza kaybımdan haberi yoktu. Ya beni onu test etmeye çalışan ukalanın teki sanıyordu ya da... Her neyse.
Şüpheci de olsa yine de bana yaklaştı ve ustalıkla ceketimin dikişlerini inceledi. Daha sonra pardösümü çıkartıp ceketin arkadan duruşuna baktı, kumaşı eliyle inceledi ve en son olarak da iç tarafındaki numaraya baktı. Benim ilk yaptığım şeyi en son yapması nedense bu adamın işinin ehli olduğuna emin olmama neden oldu. Gözlüklerini gözüne yaklaştırdı ve numarayı inceledi. Eline bir kağıt aldı ve bana bir adres yazdı. Adama hayranlıkla karışık bir minnet hissi duymuştum. Cebimde tek kuruşum yoktu ve borçlanmıştım. İçgüdülerimle hareket edip ihtiyarın kafasının iki yanına ellerimi koydum ve yüzümü alnına yaklaştırıp hafifçe üfledim.
Bunu da her ne halt etmeye yaptıysam!
İlginç bir şekilde adam yaptığım garip hareketle ilgilenmedi. Dikiş makinesinin başına geçti. Hali hazırda yapmakta olduğu ve bana göre mükemmel olan işi bir çırpıda eliyle makineden çekti ve yeni bir kumaş koyup gözlerinde yeni oluşan parıltı ile işe koyuldu. İçimde bu yaşlı çekik gözlü adama olan borcumu yaptığım delice hareketle ödemişim gibi tanıdık bir his vardı.
Bir dakika durun bakalım! Az önceki ihtiyarla Çince mi konuştum ben? Evet, resmen akıcı bir şekilde Çince biliyordum. Yine aklımdaki ses bağırarak ilk aklıma gelen soruyu dillendirdi.
Kimim ben?
BÖLÜM VIII
Değişen Hayatlar
Parlak zırhlarla kaplı kaslı kolları ile uçan atın yelesine sıkıca tutunmuştu Xen.Yüzlerce farklı sancağı taşıyan, zırhlarından bulutlu havanın boğuk ışığı yansıyan şövalyeler düzenli bir şekilde savaş alanını terk ederlerken, hüzünlü bir melodi çalan bando takımı havadaki kasveti iyice arttırmıştı. Bu düzenli ordunun tam zıt yönünde her bir yana düzensice kabileler halinde dağılan, hatta dağılırken bile kendi aralarında kavga eden ork grupları yer alıyordu. Xen güçlü kolları ile tuttuğu yeleyi hafifçe çekti ve uçan atı yere doğru yöneltti. En çok değer verdiği dengeyi korumak adına en nefret ettiği şeyi yapmıştı yine. Dağılan orkların çaldığı kalın borular, şövalyelerin hüzünlü melodisine karışmıştı. Atından inip öldürdüğü şövalye ve orkların yerde bıraktığı kanlı izlerin önünde durdu. Kulağına çalınan hüzünlü müzikle ayaklarını sürüyerek savaş alanından uzaklaşan kalabalık ork grupları ve şövalyeler, arkadaşları için mi yoksa savaşamadıkları için mi bu kadar isteksizler acaba diye merak etmeden duramadı.
Uzun bir süre en iyi kılıç üstadlarından eğitim görmüştü Xen ve yüzyıllardır savaşıyordu. Amaçsızca duello yaptığı gençlik yılları ve bir amaç uğruna savaştığı uzun yılların görüntüleri zihninde birbirine karışmıştı. Şövalyelerin liderleri güvenli surlarının arkasına geçmek üzereydi. Bulutlu havanın hafif nemli ve güneş ışınlarından yoksun ferahlatıcı kokusu burnuna çalınırken, Xen havadaki titreşimleri şövalyelerin yanındaymışcasına duyabiliyordu. Onur, gurur, şan, şöhret ve orklara karşı zaferden bahsediyorlardı. Dudakları yukarı doğru kıvrıldı ve sinirle gülümsedi. Kimse savaşın o kötü yüzünü görmek istemezdi. Savaşta düşenlere kutlamalar, şaşalı törenler, yakınlarına ise hediyeler sunulurdu. ‘Bir amaç uğruna cesurca öldü.’ denirdi hep. Oysa ki, Xen biliyordu. Hem de çok iyi biliyordu ki muharebe alanında bu anlatılanlar neredeyse hiç yaşanmazdı.
Dümdüz uzanan Tenador Ovası’nın ortasında bulunan Seveal’ın sancağına tutundu ve bir dizinin üzerine çökerek çelik gibi sert bakan gözlerini usulca yumdu. Görüntüler hemen gözleri önünde akmaya başladı. Kalabalık ork güruhu, dört nala üzerlerine gelen parlak zırhlı şövalyeler ile karşılaşmak üzereydi. Dikkatle izledi Xen. Etrafında ne gurur, ne de onur görebiliyordu. Tek duyduğu ve keskin olarak tadabildiği şey olan ‘korku’ havayı doldurmuştu. Tüm benliğinde savaş alanındaki her bir orkun ve şövalyenin korkularını hissedebiliyordu. Büyük bir gürültü ile ilk sırayı oluşturan orkların devasa baltaları, şövalyelerin dört nala koşan atlı birliklerinin mızrakları ile buluştu. Bütün o ihtişamlı sözlerin unutulması için savaşın ilk saniyeleri bile yeterliydi. Hızla kafasını uzağa çevirdi Xen. Hayatında yeterince kan ve vahşet görmüştü. Kafasını çevirdiğinde gördüğü manzara karşısında gülümsedi tekrardan. Şanlı ve onurlu şövalyelerin bazıları savaş alanını terk etmeye başlamıştı bile. Hiçbir şeyden korkmayan vahşetle doğup kinle yaşayan orklar gibi. Kaçanların bazıları kendi askerleri tarafından katlediliyordu ve hain olarak damgalanıyordu. Kim bir metre önündeki arkadaşının parçalara ayrılıp her uzvundan kanlar fışkıran görüntüsünü görüp ümitsizliğe kapılmazdı ki? Körü körüne böyle bir savaşa devam etmek için deli olmak gerekirdi ve görünüşe göre yeterince deli bu alanda toplanmıştı.
Kimse savaşın bu yönünü anlatmazdı. Belki de bunları görüp anlatacak kadar uzun süre yaşayamadıkları içindir kim bilir. Ama Xen çok iyi anlıyordu. Kuru toprağın bir saat içinde ter ve bolca kan ile sulanmış yapışkan bir çamura dönüşmesini izledi. Güç ve hızla saldıran gurupların birbirlerine yorgunluk, susuzluk ve ümitsizlikle, kalan güçlerinin son bir damlası ile etkisiz vuruşlarını izledi. Bir süre sonra balçığa dönen çamurun üzerinde dayanıklılık savaşı verilecekti. Zırhların ağırlığı alınan darbeler ile on kat artmış ve savaşanların üzerlerinde inanılmaz bir baskı yaratmaya başlamıştı. Ölümü açıkça davet etmek için bile olsa yorgunluktan bitap düşmüş şövalyeler, zırhlarından birkaç parçayı üzerlerinden çıkarmaya başladı. Yere düşenlerin sayısı o kadar fazlaydı ki adım atacak yer bulmak çok zorlaşmıştı. Adım atacak yer bulunsa bile çamura gömülen ayaklarını geri çıkarmak ve yeni bir hamle yapmak işkence haline gelmişti. Yerde yatanların neredeyse üçte biri yorgunluktan bayılmıştı. Güneş batarken ayakta kalabilen insan ve orklar birbirleri ile boğuşmaktan öteye gidemiyorlardı. Saçı başı kan, ter ve çamurla yıkanmış suratı artık görünmez olmuş bir şövalye parmaklarını bir Orkun gözüne batırdı. Acı çığlığı atan ork o anda sıktığı şövalyenin boğazını daha da hiddetle sıktı. İkisi birden birbirlerine kenetlenmiş şekilde, çamurla kaplı yer yer bordoya çalan ölü nehrine katıldılar.
Xen daha fazla dayanamayıp gözlerini tekrar açtı. Kendine her gün yeniden dengeyi sağlamak adına yaptıklarına dayanma gücü veren, Seveal’ın mükafatına şükretti. Eğer bu yerde yatan az sayıda şövalye ve orku öldürmeseydi ne olacağını az önce görmüştü gözlerini kapatınca. Şimdi yaptığından ve kendinden daha da emin ayağa kalktı. Bu yeteneği olmasaydı bir gün bile yeni yaşamına dayanamazdı. Balçıkla kaplanmış kan gölünün içinde yatan yüzlerce cansız bedeni düşündü. Tekrar kendi kendine fısıldadı kimsenin duyamayacağı şekilde ‘Üzgünüm…’
O kadar uzun süre düşüncelere dalıp, kanla kaplı toprağın üzerinde hareketsiz durmuştu ki bir karga onu heykel zannedip üstüne konmaya kalktı. Asperi’den gelen sinirli bir kişneme ile son anda farklı yöne uçan karganın telaşlı kanat çırpışları Xen’i kendine getirdi.
Bu alternatif geleceğe bakış onun yaşam enerjisini az da olsa götürmüştü. Duyuları yavaş yavaş eski haline dönerken atı tekrar kişnedi. Xen bu kişneme tonunu çok iyi biliyordu ve hızla sese tepki vererek yere yattı. Kafasının hemen üzerinden büyük bir vızıltı ile geçen çelik uçlu mükemmel yapılmış ok arkasındaki ağaca saplanırken, hızla kafasını kaldırıp elini kılıcına götürdü.
‘Üzülmene gerek yok Xen.’ dedi ilerideki çalılıktan bir ses.
Xen ayağa kalkarken kılıcını tekrar kınına soktu. Bu derece düşük bir fısıltıyı ancak bir kişi duymuş olabilirdi.
‘Bu savaşın arkasında senin olduğunu anlamalıydım Furian… Eski dostum’ dedi Xen ‘eski’ kelimesini vurgulayarak.
‘ve ben de planlarımı mahvedenin sen ve senin lanet olasıca Tanrıçan olduğunu anlamalıydım’ dedi Furian. Yüzündeki gülücük Xen’in kılcını kınına sokması ile birlikte yavaş yavaş silinirken, kendini gizleyen çalılığın içinden çıkıverdi.
‘Neden Furian? Orkların insanları öldürmesi ne işine yarayacaktı? Neden bir zamanlar en yakın dostum olan sen bu yola düştün? Ve neden artık kaosa hizmet ediyorsun?’ dedi Xen bu soruları defalarca Furian’a sormuştu ama hiç doğru düzgün bir cevap alamamıştı. En yakın dostu bildiği birlikte eğitim aldığı. Hatta Arenadaki o savaşta hayatını –ya da ruhunu- kurtaran can dostu şimdi tek rakibiydi.
Furian sadece ağzını açıkta bırakan başlığının altından fısıltı ile konuştu: ‘Göremeyen birine güneşi, nehirleri, dağları ve okyanusları anlatarak onun ufkunu aydınlatabilirsin, fakat görmemeyi seçmiş birine güneş bile karanlıktır Xen, eski dostum…Bu soruların ile her ne yapmaya çalışıyorsan boşuna uğraşıyorsun.’ Furian durakladı ve arkasını dönüp geldiği çalılıkta kaybolurken ekledi ‘Bir dahaki karşılaşmamızda attığım ok seni ıskalamayabilir. Aptallık edip savaş alanında bu kadar dalgın dolaşmaya devam etmezsin umarım.’ Ve gözden kayboldu Furian fısıltılı sesi daha anca Xen’in kulaklarına ulaşabilmişti.
Denge Adlı hikayenin VII. Bölümü sizlerle.
Yazarın Notu: Eh destansı savaşlar kolay anlatılmıyormuş bunu öğrenmiş oldum. Uzun zaman yazamadığım için kendimi affettrimek için biraz bolca yazdım. Birçok sorunuza da bu bölümde cevap bulacağınızı düşünüyorum. İyi okumalar.
Yaşam ve ölüm kadar keskin olmayan, ışık ile karanlık arasında savaşanlar, düşmeyen ve uçmayan sadece dengede kalanların dünyası...
Denge adlı hikayemin 5. bölümünü eklemiş bulunmaktayım herkese iyi okumalar.
Denge isimli başlığın alt tarafına hikayenin kaldığı yerden eklenmiştir.
Durduğum yerden dünyaya baktım… Eğer iyi ile kötü arasında bir sınır olsaydı, ben tam o sınırda oturmuş ne tarafa ait olduğumu düşünüyor olurdum sanırım. Aslına bakarsanız bu olunabilecek en kötü durumdur. Önünde iki yol varsa yapabileceğin en kötü şey durup iki tarafa da gitmemektir. Bir yerden sonra o kadar kendini kaptırırsın ki herhangi birine gidemeyecek kadar paranoyaklaşırsın. Birini seçtiğin an yürümeye başlar ve ‘Ya diğerini seçseydim’ dersin her adımda. Hayatta herkes bir amaca ulaşmak, doğru olanı yapmak zorunda mıdır? Bir insan güzel ama hiç kimseye faydası olmayan bir yaşam yaşadıysa bu yaşam harcanmış mıdır? Kendiniz harcamasanız bile sizi harcamak isteyen birçok insan var hayatta.Hem de ne yaptıklarının farkında bile olmadan. Diyelim ki dünyanın en zeki insanısınız ve her konuda bilginiz var. Ama yine de siz bir salağın gözünde, ancak salak olabilirsiniz. Çünkü onun kapasitesi o kadardır. Siz 100 de olsanız, kapasitesi 5 olan bir insan için siz 5 sinizdir başka bir şey değil. Oysa ki siz 20 ye bile razısınızdır. Her seferinde değişen ben miydim yoksa dünya mı bilmem ama gereğinden fazla kendime ‘Neden?’ sorusunu sordum ve her seferinde farklı bir yanıt aldım. Merak ediyorsanız söyleyeyim sonucunda en iyi cevap koca bir ‘Çünkü’ ve noktadan ibaret.
BÖLÜM I
BÖLÜM I
(Devam)
BÖLÜM II
KILIÇ ve KADER
KILIÇ ve KADER
(Devam Bölümü)
KILIÇ ve KADER
(Devam Bölümü)
Bölüm IV
Seçimler
IV. Bölüm Sonu
Seçimler
Soru soran seslerinizi duyar gibiyim. Peki ya ne yaptığı anlaşılmayan deli gnoma ne oldu der gibisiniz. Eh bunu da başka bir kitabımda anlatırım size dostlarım.
Ejderhalar dünyaya gönderilmeden çok önce… Dünyaya tam bir kaos hakimdi. Kendinden büyük bir güç olmadığını düşünen insan ırkı sadece yakıp yıkmayı ve üstünlük kurmayı amaçlayan düşüncesizce davranışları ile dünyayı yaşanmaz kılıyordu.
Tarih kitapları der ki, Kaos Savaşı’ndan yüzyıllar önce ejderhalar dünyaya insanları yönetmek için gönderildi. Güçlü, zeki, yetenekli, kimilerine göre ölümsüz ve açgözlüydüler. Bir liderde olması gereken bütün vasıflara sahip bu ejderhalar çağlar boyunca Ejder Krallar olarak anıldılar. Dünyanın bölünmüş ve savaş içindeki her bir krallığına bir ejderha gönderildi ve onları yönetmeleri istendi.
Tanrılar yanılmamıştı. Her bir Ejder Kral ülkesini başarıyla yönetti. İçlerinde bulunan muazzam büyü gücüne ve devasa fiziki güçlerine bir de zekâları eklenince bir anda insanların bu krallara karşı isyan başlatma istekleri azalmıştı. Ejder Krallar’ın en büyük zaafı değerli madenlere ve parlak taşlara olanıydı. Bu zaafları bile insanları yönetmede onların işine yarıyordu. Eksiksiz bir vergi sistemi ile her biri hazinesini ve dolayısı ile ülkesinin ekonomik gücünü büyütüyordu. Bu zenginleşme çağında savaşlara tam yüz otuz iki yıl boyunca ara verildi ve her krallık kendi içinde gelişmeye başladı. Hazine tepeleri büyüdükçe büyüdü ve çeşitli uzak ülkelerden gelen hediyelerle doldu.
Tek sorunları vardı; çok yalnızdılar. Bunun en büyük sebebi de cüsseleri ve etraflarına saçtıkları korkutucu auralarıydı. İnsanlar onlardan korkuyordu. Saygı duyuyordu ama onları bir türlü insan bir kralı sevecekleri gibi sevmiyorlardı. Savaşların ve kaosun son bulmasının yüz otuz yedinci yılında Güneyin büyük ve kudretli büyücüsü Ejder Kralların diyarına ziyarette bulundu. Ejder Krallar bu büyücüye önce temkinli yaklaştılar çünkü insanlar arasında kendi güçlerine denk bir büyü gücüne ve belki de daha fazlasına sahip tek bir kişi vardı.
Talu’ydu, Güney’in aman vermez çöllerinde yaşam mücadelesi veren halkın kralının adı. Söylenene göre büyü gücü o kadar kudretliydi ki; sıcaktan kavuran güneşin altında çağlayanlar oluşturabiliyordu. Denilene göre çölün ortasında, yemyeşil bitki örtüsü olan, çağlayan kenarına yerleştirilmiş bir kalede halkıyla beraber yaşıyordu. Ejder Krallar onu delicesine kıskanıyordu. Çünkü onda sahip olmadıkları tek şey vardı; Halkının sevgisi ve desteği.
Çok geçmeden açgözlülüğüne boyun eğen Ejder Krallar birer birer ordularını toplayıp, Güneyin mutlu görünen halkına saldırmaya başladılar. Talu ülkesini cesareti ve gücüyle korumaya devam ettikçe halkı onu daha çok sevip saymaya başladı. Onun için çölün dibinden büyük taşlar çıkarıp büyük surlar inşa ettiler. Onun heykelleri ile krallıklarının her yanını doldurdular. Açgözlülükleri ile Talu’ya saldıran Ejder Krallar’ın ülkesinde ise işler pek de iyi gitmiyordu. Her Güneye saldırılarında hazineleri azalıyor ve her başarısızlıklarında halkları onları daha çok isteksizce takip ediyordu. Tek istedikleri, tek kıskandıkları sevgi uğruna daha az seviliyorlardı günden güne.
Sonunda tek başına Talu’ yu yenemeyeceğini anlayan ejder krallardan Than, Orix ve Atish bir araya gelip güneyin çöl ülkesine saldırdılar. Dev surlar ejderhaların nefesiyle arka arkaya dövüldü. Açılan deliklerden kuzeyin, yani ejder kralların orduları akın akın Talu’nun cennet parçası şehrine saldırdı. Yıllarca emek verip çalıştığı bütün her şeyin yıkılacağını anlayan Talu, teslim oldu ve krallığına zarar vermemeleri için ejder krallara geri çeviremeyecekleri bir teklifte bulundu. Üç ejder krala, ömürlerinde görüp görebilecekleri en büyük yakutlardan verdi ve bunları öyle bir büyü ile doldurdu ki; ejder krallar bu taşları kullanıp istedikleri zaman insan suretine bürünebileceklerdi.
Talu’nun krallığını yalnız bırakan ejder krallar aynı zamanda çok akıllıca planlanan bir savunma stratejisinin de parçası olmuşlardı. Eğer Talu ölürse yakutların içindeki büyü gücü de solup gidecekti.
Böylece başladı tam kırk iki yıl süren Kaos Savaşları. Diğer ejderhalar da ordular toplayıp Talu’ dan zorla bu taşlardan istemeye çalıştılar ama ne zaman bunu deneseler, Than, Orix ve Atish ‘ den oluşan ittifak karşılarına çıktı. Savaşın kırk ikinci yılında Güneyin aman vermez çöllerinde at koşturan, on sekiz gümüş zırhlara bürünmüş şövalyenin eşliğinde Talu geldi. Bütün krallıklara birer şövalyesini gönderip onlara şunları söyledi:
‘Siz Ejder Krallar, yaptığınız savaşlar ve iktidar kavgaları yüzünden yıllardır fakir düştünüz. Çiftçilere ekin almaları için para vermek yerine askerlerinize kılıç ve kalkan aldınız. Bunun sonucunda halklarınız fakirleşti. Hepiniz ne kadar kötü krallar olduğunuzu bir kez daha kanıtladınız bizlere. Ben ise bunların hepsinin çaresini elimde bulunduruyorum. Krallığımın ücra köşelerinden bin bir türlü zorluklarla getirttiğim on sandık dolusu yakutu sizlerden sadece biri ile paylaşacağım. Bunlar öyle yakutlar ki; kullanana büyük güç ve kudret verecek. Druia Ovasında sandıklarımla birlikte bekliyor olacağım ve hayatta kalan son ejderhaya bu hazineyi hediye edeceğim.’
Ejder krallar akıllıydı akıllı olmasına fakat on sandık dolusu büyülü yakut iştahlarını kabartmıştı. Sonunda bu parlak taşlara olan isteklerini bastıramayan ejderhalar ordularını da toplayıp Druia ovasına akın ettiler.
Talu’ dan hiçbir iz yoktu ve sandık öylece ovanın ortasına bırakılmıştı. İlk oraya ulaşan ejderha Unix sandıkları aldı ve büyülü bir koruma olmamasına şaşırmasına rağmen sandıklarla beraber krallığının yolunu tuttu. Fakat ejder krallar bir bir ovaya gelmeye başladığında yakutların Unix de olduğunu gördüler ve hep birlikte onu yok ettiler. Druia Ovası bir anda birbirine saldıran insanlar ve onarlın tepelerinde uçarak onları yakan alevler gönderen ejder krallarla doldu.
Sonunda pullarının arasından kızıl kanlar akan, zalimliği ve krallığında suç işleyen insanları bir bir yemesi ile nam salan Ritua ayakta kalmıştı. Son rakibini de yere serdi koca kızıl ejderha ve büyük bir kahkaha attı. Sendeleyerek yakutlara doğru ilerledi ve pençeli ellerini sabırsızca sandıklara uzattı. O sırada Than ve Orix’ in ona arkadan saldırmak için koştuklarını fark etmedi bile.
Büyük bir kayalığın ardından savaşı yüzünde koca bir gülümseme ile izleyen Talu ellerini havaya kaldırdı ve çok kadim ve büyük güçte büyü sözlerini havada birikmekte olan bulutlara haykırdı. Gökyüzünde şimşekler çaktı ve büyük bir patlama ile sandıklar dolusu yakut etrafa saçıldı. Büyülü sözlerine devam eden Talu hafifçe sarsıldı ve dizleri üzerine çöktü. Yapmakta olduğu kolay bir büyü değildi ama içinde bu işi tamamlayacağına dair inanç vardı. Yakutlar bir araya geldi ve içlerinden bin bir renkte ışık parçası etrafa saçıldı. Birbirine girmiş ve hala savaşan üç ejderin etrafında bir çember oluşturdular.
Xenation kırmızı pelerini arkada delicesine sallanırken atını fırtınanın olduğu yöne doğru hızla sürmeye devam etti. Tam üç gün üç gecedir yoldaydı sürgündeki şövalye. Kaos Savaşı’nın son çarpışmasının başladığını haber alır almaz, Kuzey Doğudaki sürgün adasından yola çıkmıştı. Halkına olan sadakatini son kez yerine getirip huzur içinde Tanrıların katına çıkmaya niyetliydi. Zırhı ve kalkanı mat gümüş renginde kırmızı işlemelerle süslüydü. Miğferinin kafalığının kenarında şahin kanatları oyulmuştu. Bu onuru hak ediyordu da. En hızlı ve en cesur şövalye seçilmişti yıllar önce yapılan sayısız savaşta. Zaten bu yüzden zalim ejder kral Unix tarafından sürülmüştü uzaklara. Halk onu kraldan daha çok sevmeye başlamıştı.
Savaş alanına geldiğinde gözleri hayret ve tiksinti ile açıldı. Tüm insanlar, tüm savaşanlar vücutlarında yanıklar ve geniş yarıklarla yerde yatıyordu. Unix’in cansız bedeninin hemen yanı başında, savaş alanının ortasında hala savaşan üç ejderha büyülü bir şekilde ışık saçan yakutlar tarafından sarılmıştı. Büyük kan çukurlarına bata çıka dövüşmeye devam ediyorlardı.
Talu bu büyük büyüyü tek başına yapamayacağını biliyordu ama halkını korumanın tek yolunun bu ejder kralları sonsuza kadar yok etmek olduğunun da bilincindeydi. Bunun için yıllarca kendisini çelmeye çalışan Kaos Tanrısı Tarundi ile bir anlaşma yaptı. Kaos tanrısı, eğer ona istediği büyü gücünü verirse, o da üzerine düşeni yapıp tarihte görülmüş en büyük savaşı başlatacaktı. Üçüncü günün sonunda üç ejder dövüşürken Kaos Tanrısı doyumun doruklarına ulaşmıştı ve Talu’yu yüz üstü bıraktı. Nasıl olsa istediğini almıştı.
Güzel ve düzgün fiziği olan üzerine sadece beyaz tülden elbise giymiş bir kadın büyücünün bulunduğu tepenin arkasında belirdi. Talu bile onu fark etmemişti ama o gizlice Talu’nun büyüsüne kendi gücünü kattı ve onu destekledi. Talu sonunda büyüsünü tamamladı ve dermanı kalmamış dizleri onu daha fazla taşıyamadı. Öne doğru sendeledi ve talihsiz bir şekilde uçurumdan düşerek can verdi. Savaşan ejder krallardan ise sadece ikisi hayatta kalmıştı ama ışık o kadar parlaktı ki hangileri olduğu seçilmiyordu Xenation. Büyü tamamlandığında savaşan ejderler yok oldu ve savaştıkları kan çukurunun üzerinde biri altın biri gümüş işlemeli iki kılıç belirdi.
Xenation kan çukuruna doğru hızla ilerledi tereddüt etmeden içine dalıp kılıçları çıkardı ve nefes nefese ellerine baktı. Kanın bir damlası bile kılıçlara bulaşmamıştı ve kılıçlar demirci ocağından yeni çıkmış gibi parlıyordu. Kılıçlar ellerinde titreyip onunla konuşmaya başladığında hayretle ağzı açıldı. Ejder Kralların ruhunun bu kılıçlara hapsolduğunu hemen anladı Xenation fakat hangi ikisinin ruhunun hapsolduğunu asla öğrenemedi. Defalarca ‘ Siz hangi Ejder Krallarsınız?’ diye sorduysa da cevap alamadı.
Kılıçları eline aldıktan hemen sonra kan ile harmanlaşmış çamurla kaplı ovanın kenarında güzelliği ve ışıltısı ile dikkatini hemen çeken bir kadın gördü. Kadın o kadar uzakta duruyordu ki neredeyse kadın olduğunu bile zor seçebiliyordu ama yine de içten içe biliyordu dünyadaki en güzel kadındı bu. İstemsice ayakları onu bu kadına doğru götürdü.
Kadın inanılmaz derece düzgün fiziğe sahipti ve vücudunun kıvrımlarını göstermekten zevk alırcasına omuzlarından aşağı sallanan beyaz incecik bir kumaşı sade görünen fakat yakından bakıldığında binlerce detaylı motife sahip olan gümüşten bir kemerle tutturmuştu. Konuştuğunda en pis savaş kokusunu bile silen bahar esintileri Xenation’ a doğru geldi.
‘Kuzeye git Xenation sürgün edildiğin adaya. Sonra kendine bir yelkenli inşa et ve yedi gün yedi gece boyunca Kuzeye git ben yelkenlerini hava ile dolduracağım.’
Xenation hiç ‘Neden?’ diye sormadı. Sormak aklına bile gelmedi. Elinde deli gibi titreyip ona zihninden konuşan ejderha kralları bile duymadı. Atına atladı ve üç gün at sürerek sürgün edildiği adaya ulaştı. Burada kendine yapabileceği en güzel yelkenliyi yaptı ve Güzel kadının söylediği gibi 7 gün boyunca Kuzeye yol aldı. Fırtınalarla boğuştu, dalgalar iki kez gemisini alaşağı etti ama o yılmadı. Ona söz verildiği gibi yelkenleri hep hava ile dolu oldu.
Yedi günün sonunda bitap düşmüş şekilde karaya vurduğunda bacaklarında derman kalmamıştı. Altı günü at sırtında on günü de aralıksız denizde geçiren Xenation kendini kaybetti ve sahile kendini bilinçsizce bıraktı.
Uyandığında etrafı küçük şelale havuzları ile dolu olan bir odadaydı. Temiz çarşafların ipeksi yumuşaklığından bir o tarafa bir bu tarafa dönerken keyif aldı. İnanılmaz güzel görünen meyvelerin kokusu burnuna kadar geldi. Meyveleri açlık ile ağzına tıkıştırırken bir yandan başında duran ve keşişler gibi giyinmiş adama göz gezdirdi. Son lokmayı da yuttuğunda adama dönüp ‘Nerdeyim ben?’ dedi
‘Senin gibi güney krallıklarından kaçan mülteciler arasındasın kardeşim.’ Dedi keşiş olabilecek en sakin ses tonu ile.
‘Benim gibi mi? Ben… Ben halkımın hepsinin öldüğünü sanıyordum.’ Dedi Xenation başını savaş alanının iğrenç görüntüsü ile önüne eğerek.
‘Burada yeni bir yaşam kurduk. Bu küçük yerleşim yerinde inzivaya çekildik ve kendi ırkımızdan olanları yetiştiriyoruz.’ Eliyle işaret etti keşiş ve dışarıya buyur etti yabancı savaşçıyı.
Çocuklar ellerinde soplar birbirleri ile dövüşürken kadınlar ellerinde sepetlerle onlara meyve ve ekmek taşıyorlardı. İleride büyük beyaz bir binanın avlusu çitlerle çevrilmişti ve genç erkeklerin çoğu bu çitlerin etrafına sıralanmıştı. Ortada ise birbiri ile duello yapan iki genç vardı. Gençlerden biri yapılan hamleyi savurdu ve karşı atağa geçti. Diğeri ise hamleyi karşılamak için çok geç olduğunun farkına vardı ve doğuştan gelen yeteneğini kullanıp havaya yükseldi.
Xenation aniden keşişe döndü ve ‘O…’ şaşkınlıktan cümlesini tamamlayamadı.
‘Evet’ dedi keşiş başını sallayarak ‘Bizler, yani ejder kralların zulmünden kaçanlar, burada bir yaşam olduğunu bilmiyorduk. Buraların bizim krallıklarımızdan bile daha geniş bir coğrafya olduğunu öğrendiğimizde senin gibi şaşırmıştık. Fakat bu ülkeye geldiğimizde damarlarımızda kan yerine havanın dolaştığını ve onu vücudumuzun her zerresinde hissedebildiğini öğrendiğimizde daha da şaşırdık. Bize burada Hava Irkı deniyor kardeşim. Aramıza hoş geldin...’
‘Bu davetsiz misafir, adasından sürgün edilen şövalye aslında farkında olmadan beraberinde tüm Tanrıların sahip olmak için can attığı büyülü eşyalar getirmişti…
İyilik Tanrısı Treal bu ejderlere sahip olursa kötülüğün ordularını def edeceğine inanıyordu ve kendine inananlardan büyü gücüne sahip olanlarını eğitmeye başladı. Kendini sırf bu kılıçları bulmaya adamış Arayıcılar topluluğu ilk olarak böyle ortaya çıktı. Her yerde büyüleri ile eşyaların büyü gücünü kontrol edip Tanrıları olan Treal’e mutlu haberi vermek için can atan bir mezhepti.
Kötülük Tanrıçası Psaela ise emrinde çalışan en sinsi, en yetenekli ve en güçlü ırkın üyelerinden elit bir topluluk oluşturdu. Bu topluluk o kadar gizliydi ki bu gün bile isimleri bilinmez. Ama üyelerinin drowlardan oluştuğunu çok iyi biliyoruz.
Kaos Tanrısı Tarundi ve Tarafsızlık Tanrısı Seveal ise ordulara sahip değillerdi. Onlar iyi ve kötü gibi kavramlar için kavga etmezlerdi. Bu yüzden iki taraf da kendine bir şampiyon seçti ve onları büyük güçlerle donattılar. Böylece yeryüzünde Kaos Tanrısı’nın seçilmişi yüzyıllar boyunca ejder kralları ararken Seveal’ın seçilmişi bu kılıçları saklamak ve korumakla görevlendirilmişti.
Xenation’un Hava Irkı tapınağına ulaşmasının yedinci gününde o güzel kadın tekrar ziyaretine geldi ve ona dedi ki: ‘Sen ve senin soyundan gelenler cömertliğimle tanışacaklar ve büyük güç sahibi olacaklar. Nesiller boyu sen ve senin çocukların benim seçilmişim olacak ve elinde tutmuş olduğun kılıçları koruyacak. Şimdi elindeki kılıçları ver ki onları birleştirip daha az dikkat çeken bir hale getirebileyim.’
Şövalye tereddüt etmeden Tanrıçası Seveal’ın önünde dizleri üzerine çöktü ve kılıçları ona sundu. ‘And içerim ki kraliçem ben ve mirasçılarım size hayatlarımız pahasına hizmet edeceğiz.’
Seveal büyülü sözleri söyledi ve büyük bir ışık patlamasının ardından kayboldu. Az önce durduğu yerde eline aldığında hafifçe titreyen ama eski ihtişamlı kılıçların görkeminin yanından bile geçemeyecek kadar paslı bir kılıç duruyordu.
Evet çocuklar doğru bildiniz bu şanlı şövalye Xen’in büyük büyük babasıydı.
Arenadaki savaşa gelecek olursak. Şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur umarım O kötücül bakışlı drowların neden müsabakayla ilgilendiğini ve kılıçların bile neden kimliklerini açığa vurmak istemediğini. Hava ırkının üyelerinin dört yüz yıl kadar ömürleri olduğunu düşünecek olursak yaklaşık bin altı yüzyıldır saklı tutulan kılıçların arenada açığa çıkmasının ne kadar büyük bir olay olduğunu şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur. Kimilerine göre Kehanet adı verilen öngörüler gerçekleşmişti. Kim bilir belki de dünyanın sonunu getirecek olan ejder kralların gücü tekrar açığa çıkmıştı.
Ama bir şeye emin olabilirsiniz. O gün arenada Tanrısının emirlerine harfiyen uyan tek bir seçilmiş vardı. O da pembe saçları ve savaş boyalı yüzü ile tanınan ne yaptığı belli olmayan deli gnomdan başkası değildi.
DENGE
BÖLÜM VIII
Değişen Hayatlar
Parlak zırhlarla kaplı kaslı kolları ile uçan atın yelesine sıkıca tutunmuştu Xen.Yüzlerce farklı sancağı taşıyan, zırhlarından bulutlu havanın boğuk ışığı yansıyan şövalyeler düzenli bir şekilde savaş alanını terk ederlerken, hüzünlü bir melodi çalan bando takımı havadaki kasveti iyice arttırmıştı. Bu düzenli ordunun tam zıt yönünde her bir yana düzensice kabileler halinde dağılan, hatta dağılırken bile kendi aralarında kavga eden ork grupları yer alıyordu. Xen güçlü kolları ile tuttuğu yeleyi hafifçe çekti ve uçan atı yere doğru yöneltti. En çok değer verdiği dengeyi korumak adına en nefret ettiği şeyi yapmıştı yine. Dağılan orkların çaldığı kalın borular, şövalyelerin hüzünlü melodisine karışmıştı. Atından inip öldürdüğü şövalye ve orkların yerde bıraktığı kanlı izlerin önünde durdu. Kulağına çalınan hüzünlü müzikle ayaklarını sürüyerek savaş alanından uzaklaşan kalabalık ork grupları ve şövalyeler, arkadaşları için mi yoksa savaşamadıkları için mi bu kadar isteksizler acaba diye merak etmeden duramadı.
Uzun bir süre en iyi kılıç üstadlarından eğitim görmüştü Xen ve yüzyıllardır savaşıyordu. Amaçsızca duello yaptığı gençlik yılları ve bir amaç uğruna savaştığı uzun yılların görüntüleri zihninde birbirine karışmıştı. Şövalyelerin liderleri güvenli surlarının arkasına geçmek üzereydi. Bulutlu havanın hafif nemli ve güneş ışınlarından yoksun ferahlatıcı kokusu burnuna çalınırken, Xen havadaki titreşimleri şövalyelerin yanındaymışcasına duyabiliyordu. Onur, gurur, şan, şöhret ve orklara karşı zaferden bahsediyorlardı. Dudakları yukarı doğru kıvrıldı ve sinirle gülümsedi. Kimse savaşın o kötü yüzünü görmek istemezdi. Savaşta düşenlere kutlamalar, şaşalı törenler, yakınlarına ise hediyeler sunulurdu. ‘Bir amaç uğruna cesurca öldü.’ denirdi hep. Oysa ki, Xen biliyordu. Hem de çok iyi biliyordu ki muharebe alanında bu anlatılanlar neredeyse hiç yaşanmazdı.
Dümdüz uzanan Tenador Ovası’nın ortasında bulunan Seveal’ın sancağına tutundu ve bir dizinin üzerine çökerek çelik gibi sert bakan gözlerini usulca yumdu. Görüntüler hemen gözleri önünde akmaya başladı. Kalabalık ork güruhu, dört nala üzerlerine gelen parlak zırhlı şövalyeler ile karşılaşmak üzereydi. Dikkatle izledi Xen. Etrafında ne gurur, ne de onur görebiliyordu. Tek duyduğu ve keskin olarak tadabildiği şey olan ‘korku’ havayı doldurmuştu. Tüm benliğinde savaş alanındaki her bir orkun ve şövalyenin korkularını hissedebiliyordu. Büyük bir gürültü ile ilk sırayı oluşturan orkların devasa baltaları, şövalyelerin dört nala koşan atlı birliklerinin mızrakları ile buluştu. Bütün o ihtişamlı sözlerin unutulması için savaşın ilk saniyeleri bile yeterliydi. Hızla kafasını uzağa çevirdi Xen. Hayatında yeterince kan ve vahşet görmüştü. Kafasını çevirdiğinde gördüğü manzara karşısında gülümsedi tekrardan. Şanlı ve onurlu şövalyelerin bazıları savaş alanını terk etmeye başlamıştı bile. Hiçbir şeyden korkmayan vahşetle doğup kinle yaşayan orklar gibi. Kaçanların bazıları kendi askerleri tarafından katlediliyordu ve hain olarak damgalanıyordu. Kim bir metre önündeki arkadaşının parçalara ayrılıp her uzvundan kanlar fışkıran görüntüsünü görüp ümitsizliğe kapılmazdı ki? Körü körüne böyle bir savaşa devam etmek için deli olmak gerekirdi ve görünüşe göre yeterince deli bu alanda toplanmıştı.
Kimse savaşın bu yönünü anlatmazdı. Belki de bunları görüp anlatacak kadar uzun süre yaşayamadıkları içindir kim bilir. Ama Xen çok iyi anlıyordu. Kuru toprağın bir saat içinde ter ve bolca kan ile sulanmış yapışkan bir çamura dönüşmesini izledi. Güç ve hızla saldıran gurupların birbirlerine yorgunluk, susuzluk ve ümitsizlikle, kalan güçlerinin son bir damlası ile etkisiz vuruşlarını izledi. Bir süre sonra balçığa dönen çamurun üzerinde dayanıklılık savaşı verilecekti. Zırhların ağırlığı alınan darbeler ile on kat artmış ve savaşanların üzerlerinde inanılmaz bir baskı yaratmaya başlamıştı. Ölümü açıkça davet etmek için bile olsa yorgunluktan bitap düşmüş şövalyeler, zırhlarından birkaç parçayı üzerlerinden çıkarmaya başladı. Yere düşenlerin sayısı o kadar fazlaydı ki adım atacak yer bulmak çok zorlaşmıştı. Adım atacak yer bulunsa bile çamura gömülen ayaklarını geri çıkarmak ve yeni bir hamle yapmak işkence haline gelmişti. Yerde yatanların neredeyse üçte biri yorgunluktan bayılmıştı. Güneş batarken ayakta kalabilen insan ve orklar birbirleri ile boğuşmaktan öteye gidemiyorlardı. Saçı başı kan, ter ve çamurla yıkanmış suratı artık görünmez olmuş bir şövalye parmaklarını bir Orkun gözüne batırdı. Acı çığlığı atan ork o anda sıktığı şövalyenin boğazını daha da hiddetle sıktı. İkisi birden birbirlerine kenetlenmiş şekilde, çamurla kaplı yer yer bordoya çalan ölü nehrine katıldılar.
Kimse kızılımsı çamurdan, kesilen ve biçilen uzuvlardan, ölü yatarken gözleri kargalar tarafından çalınıp götürülen cesetlerden, baygın yatarken tek tek bıçaklanarak öldürülen cesur savaşçılardan, birbirine saldırırken suratlarında oluşan korku ve üzüntü ile ölümü bulan kahramanlardan bahsetmezdi. Çoğu savaşçının öleceğinin bilincine son anda varıp savaşırken ağladığını kimse bilmezdi. Bilenler de hayatları pahasına bu sırrı saklar ve ‘ Cesurca öldü.’ Demekle yetinirdi.
Xen daha fazla dayanamayıp gözlerini tekrar açtı. Kendine her gün yeniden dengeyi sağlamak adına yaptıklarına dayanma gücü veren, Seveal’ın mükafatına şükretti. Eğer bu yerde yatan az sayıda şövalye ve orku öldürmeseydi ne olacağını az önce görmüştü gözlerini kapatınca. Şimdi yaptığından ve kendinden daha da emin ayağa kalktı. Bu yeteneği olmasaydı bir gün bile yeni yaşamına dayanamazdı. Balçıkla kaplanmış kan gölünün içinde yatan yüzlerce cansız bedeni düşündü. Tekrar kendi kendine fısıldadı kimsenin duyamayacağı şekilde ‘Üzgünüm…’
O kadar uzun süre düşüncelere dalıp, kanla kaplı toprağın üzerinde hareketsiz durmuştu ki bir karga onu heykel zannedip üstüne konmaya kalktı. Asperi’den gelen sinirli bir kişneme ile son anda farklı yöne uçan karganın telaşlı kanat çırpışları Xen’i kendine getirdi.
Bu alternatif geleceğe bakış onun yaşam enerjisini az da olsa götürmüştü. Duyuları yavaş yavaş eski haline dönerken atı tekrar kişnedi. Xen bu kişneme tonunu çok iyi biliyordu ve hızla sese tepki vererek yere yattı. Kafasının hemen üzerinden büyük bir vızıltı ile geçen çelik uçlu mükemmel yapılmış ok arkasındaki ağaca saplanırken, hızla kafasını kaldırıp elini kılıcına götürdü.
‘Üzülmene gerek yok Xen.’ dedi ilerideki çalılıktan bir ses.
Xen ayağa kalkarken kılıcını tekrar kınına soktu. Bu derece düşük bir fısıltıyı ancak bir kişi duymuş olabilirdi.
‘Bu savaşın arkasında senin olduğunu anlamalıydım Furian… Eski dostum’ dedi Xen ‘eski’ kelimesini vurgulayarak.
‘ve ben de planlarımı mahvedenin sen ve senin lanet olasıca Tanrıçan olduğunu anlamalıydım’ dedi Furian. Yüzündeki gülücük Xen’in kılcını kınına sokması ile birlikte yavaş yavaş silinirken, kendini gizleyen çalılığın içinden çıkıverdi.
‘Neden Furian? Orkların insanları öldürmesi ne işine yarayacaktı? Neden bir zamanlar en yakın dostum olan sen bu yola düştün? Ve neden artık kaosa hizmet ediyorsun?’ dedi Xen bu soruları defalarca Furian’a sormuştu ama hiç doğru düzgün bir cevap alamamıştı. En yakın dostu bildiği birlikte eğitim aldığı. Hatta Arenadaki o savaşta hayatını –ya da ruhunu- kurtaran can dostu şimdi tek rakibiydi.
Furian sadece ağzını açıkta bırakan başlığının altından fısıltı ile konuştu: ‘Göremeyen birine güneşi, nehirleri, dağları ve okyanusları anlatarak onun ufkunu aydınlatabilirsin, fakat görmemeyi seçmiş birine güneş bile karanlıktır Xen, eski dostum…Bu soruların ile her ne yapmaya çalışıyorsan boşuna uğraşıyorsun.’ Furian durakladı ve arkasını dönüp geldiği çalılıkta kaybolurken ekledi ‘Bir dahaki karşılaşmamızda attığım ok seni ıskalamayabilir. Aptallık edip savaş alanında bu kadar dalgın dolaşmaya devam etmezsin umarım.’ Ve gözden kayboldu Furian fısıltılı sesi daha anca Xen’in kulaklarına ulaşabilmişti.