Bakış Açısı

Posted by Malkavian On 13 Mart 2014 Perşembe 4 Kişi Düşüncesini Belirtti

Bakış Açısı
I. Bölüm

Sade ve özenle düzenlendiği belli olan yatak odasının tam ortasında duran ve hiçbir duvara bağlantısı olmayan yatağında gözlerini açtığında isteksizce homurdandı. Vücudunu top gibi bükmüş vaziyette koca yatağın ancak dörtte birini kaplayabiliyordu. Beyaz çarşafları, üzerinden her an incinebilecek narin bir canlı gibi dikkatle kaldırdı ve doğrulup altı şişmiş gözlerini ovuşturdu. Yatağın içinde oturur pozisyona geldiğinde karşısındaki aynada gördüğü yansımasına nefret ve tiksinme karışımı bir yüz ifadesiyle baktı. Karmakarışık olmuş ve haddinden fazla uzamış saçlarının diplerini elleriyle sertçe kaşıdı ve banyoya doğru ilerledi.

Uyku sersemi, sağa sola sallanarak ilerlerken omzunu kapının kenarına çarptı ve canının acıması biraz da olsa onu uyandırdı. Çıkan gürültüye ilgiyle bakan beyaz, uzun tüylerle kaplı kedisi koridorda patilerini yalamakla meşguldü.

Hala uyku mahmurluğunu üzerinden atamamış adam, bir anda kendinden beklenmeyecek kadar hızla koridorda ilerledi ve kediyi iki eliyle yakalamaya çalıştı. Yalanmakla meşgul olan hayvan da bu duruma şaşırmıştı ve dört ayağının üzerinde tıslayarak iki metre geriye sıçrayıverdi korkudan. Ama adam pes etmedi, ani bir enerji patlamasıyla boyunca kediyi kovaladı ve mutfağın köşesine kıstırdığında ‘Şimdi nereye kaçacaksın bakalım!’ dedi.

Şaşkın bakılarla adamı izleyen hayvan tüylerini dikleştirdi ve ne suç işlediğini merak eder gibi gözlerini adama kilitleyip olduğu yerde hareketsiz kaldı. İki eliyle kediyi dikkatlice havaya kaldırdı adam ve mutfakta bulunan küçük bir taburenin üzerine oturdu. Tüy yumağını kucağında kendine bakacak şekilde oturtup ellerini başının iki yanına koydu ve suratını iyice yaklaştırdı. Gözlerini gözlerinden ayırmadan bir dakika boyunca baktı ve sonunda şunları söyledi:

‘Orada bir yerlerde olduğunu biliyorum!’

---o---

‘T1985201 sefer sayılı uçak kalkış için hazırdır.’

Anonsla beraber uçakların katlığı açıklığa bakan cama yapıştırdığı alnını çekti ve kafasını kaldırıp uçuş isimlerinin ve kapı numaralarının olduğu ekrana ilgiyle baktı. Kendi uçağını listeden bulduğunda fısıltı halinde bir küfür sallayarak koşmaya başladı. Yanına aldığı üç beş parça yedek kıyafeti sırt çantasına tıkıştırılmıştı ve bunlardan bazıları tam kapanmamış fermuarın bıraktığı açıklıktan sarkıyordu. Ütüsüz takım elbisesi ve doğru düzgün bağlayamadığı kravatı ile bulunduğu noktadan çok uzakta olan  kapı numarasına doğru koştururken bir yandan nefesi yettiğince söylenmeye devam etti. Uçağın hareket saatini bir dakika geçerken görevlilerin yavaş yavaş ayrılmaya başladığı kapıya vardı ve elindeki çıktı kağıdını sallayarak nefes nefese ‘Geçmeme izin verin.’ Dedi.

Standart koyu lacivert mini etek ve beyaz sade bir gömlek giyinmiş sarışın kadın, karşısında duran saçı başı dağınık, elbiseleri ütüsüz adamın elinde salladığı buruş kırış kağıda baktı. O anda çok daha ters bir cevap vermek istediyse de adamın görünüşü onda acıma hissi uyandırmıştı. Eline aldığı kırışmış kağıda baktı ve üzgün gözlerle adama döndü.

‘Efendim biletinizi internetten almışsınız. Maalesef check-in yapmayan yolcuları alamıyoruz. Kaldı ki uçağınızın kapıları da bir iki dakika evvel kapandı.’

‘Nasıl olur?! Ben paramı ödedim, beni almadan nasıl kalkar bu uçak…’ kızgın ses tonu ile başlayan cümle adamın yutkunup hüzünlü bir ifadeye bürünmesiyle sona ermişti. Kadın, adamın deli olduğundan ciddi ciddi şüphe etmeye başlamıştı ama ortamı yumuşatmak adına konuşmaya başladı.

‘Daha önce hiç uçağa binmediniz mi Allah aşkına?’

‘Bindim…’ dedi adam ve sesi titremeye başladı. ‘Sadece, biletleri hiç kendim almamıştım.’

---o---

Uçağı kaçırdığı günün gecesi, son zamanlarda pek sık yapmadığı bir şey yaptı ve şehrin eğlence mekanlarının bulunduğu caddeye doğru uzun bir yürüyüşe çıktı. Karşısında sürekli değişen rengarenk lambaların aydınlattığı ‘P’ harfi olan barın önünde durdu. İçeriden gelen gürültü kapının dışına kadar taşıyordu. Müziğin kesildiği on saniyelik aralarda içeridekilerin eğlence dolu çığlıkları, sanki onu aralarına davet eder gibiydi. Artık iyice açılmış fermuardan yarı yarıya sarkmış tişörtünü taşıdığı sırt çantasını kapıdaki vestiyere bıraktı ve karşılığında aldığı numara yazılı anahtarlığı sol cebine atıverdi. Bas seslerin derinden gelen gürültüsü iç organlarını titreştirirken çılgınca zıplayan kalabalığa karıştı ve o gece kendini kaybedercesine içti…

Barda olanları pek hatırlamıyordu aslında. İlk içkisinden sonra bile zil zurna sarhoş olmuştu. Şimdi nasıl olduğunu bilmese de kendi evine gelmişti. Salondaki en geniş koltukta oturmuş mutfak tezgahından ona gülümseyen siyah ile kahverengi arası, uzun saçlı, kahverengi gözleri olan kadına bakıyordu. Kadın kıvrak hareketlerle dans ederken ona kıstığı gözleriyle baktı. ‘Ne kadar da baştan çıkarıcı’ diye düşünmekten kendini alamadı. Bronz tenini adama cömertçe sergilerken çalan müziğin ritmine uyum sağlayarak yavaşça kot pantolonunu çıkardı ve adama doğru muzip bir gülümseme ile fırlattı. Sonra kollarını yavaşça vücudunda yukarılara doğru götürürken üzerine giydiği askılı dar kıyafeti yakaladı ve onu da çıkarıp bir kenara fırlatıverdi. Yüzünde adamın gördüğü en şehvetli gülümseme dolanırken bir yandan mutfak tezgahında bulunan geniş bir kaseye doldurulmuş yeşil elmalara uzandı.

O sırada adamın yarı gülümser neşeli ruh hali değişiverdi. Gözlerini hayretle elma tabağına kaydırdı ve içinden ‘Ne olur onlara dokunmasın!’ diye dua etti. Kadın tek eliyle elmayı aldı ve ağzına doğru götürmeye başladı. Adam artık koltukta güçlükle duruyordu. Gözlerini iyice açtı ve hemen ayağa kalktı. Her ne içtiyse başının deli gibi dönmesine sebep oluyordu ama o kararlılığını yitirmeden yalpalayarak tezgaha doğru ilerlemeye devam etti. Kadın ona gülümsedi ve dudaklarını ısırırken adamı istekle beklemeye koyuldu.

Tezgaha son anda yere düşmekten kurtulurcasına tutundu adam ve bir eliyle kadının ısırmak üzere olduğu elmayı koparırcasına aldı. ‘Sakın bir daha bu elmalara dokunma!’ dedi sertçe.

Kadın neye uğradığını şaşırmıştı. Adamın yüzündeki nefret dolu ifade korkutucuydu. Bu yüzden yerdeki kıyafetlerini kaptığı gibi giyinme zahmetine bile girmeden kapıdan çıktı ve arkasından sertçe kapattığı kapının yankılarına karışan söylenmeler giderek seyrekleşti.

---o---

Kaçırdığı uçaktan sonra gideceği yere ancak üç gün sonra yer bulabilmişti. Havaalanına bu sefer ne olur ne olmaz diye iki saat önceden gelmiş içerideki çeşit çeşit dükkanları gezmeye koyulmuştu. Süs eşyasından, içkiye, pahalı kıyafetlerin satıldığı giyim mağazalarından, kitapçılara kadar birçok dükkan vardı. Uçak yolculuğunu sevmezdi bu yüzden dikkatini dağıtması açısından kendine iyi geleceğini düşündüğü kitap reyonuna doğru yürüdü. Ellerini yere yatay biçimde dizilmiş kitapların üzerinde gezdirirken ilgisini çekecek bir şeyler arıyordu.

Elleri yavaş ve dalgın hareketini sert bir hamle ile durdurdu ve parmaklarının uçları beyazlaşana kadar bir kitabın üzerinde baskı yapmaya başladı. Parmak uçlarından yayılan ince bir titreme adamın tüm vücuduna yayılırken diğerlerinin yanından koparırcasına aldığı kitaba sinirle bakmaya başladı. Kitapçıdaki görevli, adamın bu garip davranışlarını fark etmiş ona sesleniyordu fakat o duymadı bile. Gözleriyle kitabı yakmaya çalışıyormuş gibi orada öylece durdu. Vücuduna yayılan titremenin şiddeti giderek arttığında bir öfke nöbeti ile kitabı cam raflardan birine hızlıca fırlattı. Ayakları artık onu taşımayacak hala geldiğinde kendini havaalanının mermer zeminine bıraktı ve titreyen eliyle gözünden akan yaşları durdurmaya çalıştı.

---o---


II. Bölüm

Aşk nedir bilir misiniz?

Ben bilmezdim…

Elimdeki iş çantası ve giydiğim şık takım elbiseler, yanından geçtiğim bir vitrinin camından benimle alay edercesine yansıdılar. Yıllar ne de çabuk geçmişti böyle. Daha dün üniversiteden mezun olmuş, enerji dolu, hayata olumlu bakan bir idealisttim. Şimdi ise ev ve iş arasındaki yürümek bile bana kaçamak yapabileceğim kendime ait bir vakit gibi geliyordu. Bu hayat, bu rutin o kadar sıkıcıydı ki…

Aklıma aniden gelen bir fikirle daha önceden hiç bilmediğim bir sokağa saptım ve nereye gideceğimi düşünmeden saatlerce yürüdüm. Düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayan melodiyi duyduğumda bir müzik dükkanının önünde olduğumu fark ettim. Tereddüt etmeden içeri adımımı attım. Nasıl olsa bugün özgürlüğüme adım attığım ilk gündü. İstediğimi yapabilirdim. Ertesi gün hangi işleri yapacağımı, akşam ne yiyeceğimi düşünmeden kendime ayıracağım birkaç saatlik özgürlük… İşte tüm istediğim buydu. Fakat daha da fazlasının beni beklediğinden habersiz dükkanı gezerken geniş bir alana dizilmiş kitap arşivlerinin olduğunu fark ettim. Ne zamandır kitap okumadığımı hatırlamaya çalışırken elimi dalgınca bir kitabın üzerine attım.

Hayatta bazı anlar vardır. Birkaç saniye size dakikalar gibi gelir. Zaman yavaşlar ve havadaki toz zerrelerine kadar o anın tüm detayları aklınıza kazınır. İki cadde ilerideki trafik sıkışıklığının sebep olduğu korna sesleri, dükkandan içeri giren bir dilencinin yakarışları, kulaklarınıza işleyen o melodinin üzerinde söylenen sözler, kitaba uzanan elinizin bakımlı ve yumuşak bir ele değmesi, elinizi refleks olarak çekerken mırıldandığınız özür cümlesinin karşınızdakinden eko yaparcasına size geri dönüşü, o kahverengi gözlerin merak dolu bakışı, uzun ve düz saçların siz bakarken ağır çekimde omuzlardan aşağı dökülüşü ve aklınızdan hiç çıkmayacak o gülümseme…

Gülümsedi ve ben daha şaşkınlığımı üzerimden atamadan konuşmaya başladı.

‘Lütfen buyurun… Bu kitabı benden başka birinin de beğendiğini görmek beni sevindirdi.’ Dedi gözlerinde bir ışıltıyla. Hipnotize olmuş gibi o yumuşak sesini dinlerken beynimin arka tarafından bir ses bana bir şeyler mırıldanıyordu.

Lanet olsun! Dalgınlıkla hangi kitaba elimi attığımı hatırlamıyordum bile!
Yatay duran sıra sıra umutsuzca kitaplara panikle baktım ve hangisine uzandığımı hatırlamaya çalıştım.

‘Lütfen siz buyurun.’ Dedim vakit kazanmaya çalışarak ama buna hiç gerek yoktu. Israr etmeden elini bir kitaba uzattı ve alıp arka kapağını okumaya başladı. Dalgınca kitabın üzerinde gezinen gözleri, ağzının kenarındaki gülümsemeyi tamamlayıp ortaya muhteşem bir tablo çıkartıyordu. Ellerimizin birbirine değdiği o birkaç saniyede birbirimize o kadar yakınlaşmıştık ki sanki yıllardır onu tanıyor gibiydim. Bir şeyler söylemeliydim ve bunu hemen yapmalıydım. Yoksa tekrar iki yabancı olmaya devam edecektik. Ağzımı açtım fakat doğru kelimeleri bir türlü bulamıyordum.

‘Söylesenize…’ dedi tereddüt etmeden ve gözlerini kitaptan ayırmadan devam etti. ‘ Sokağın karşısında birer kahve içip bu konuda konuşmak ister miydiniz? Gerçekten de M. İhsan Tatari’nin bu  kitabını benden başka birinin okuyabileceğini düşünmemiştim’

Hayatta bunun dışında herhangi bir şey isteyebileceğimden şüpheliydim. ‘Evet’ dedim belli belirsiz müzik sesini bastıramayan güçsüz bir mırıltıyla ama neyse ki onaylarcasına başımı da sallamıştım önlem olarak.

Yıllar geçti ve biz onunla bir daha asla iki yabancı olmadık. Önce benim evime taşındı, sonra da kimseyi davet etmediğimiz küçük bir törenle evlendik. İşim gereği çok sık seyahat ediyordum ve bazen bu tip şeyler bana işkence gibi gelir. Çünkü hiçbir zaman internet denilen zımbırtıyı tam anlamıyla kullanmayı beceremem. Bu işlerden hiç iyi değilimdir anlayacağınız. Ama o hep benim yerime biletlerimi aldı. Bir yandan kendi işleriyle uğraşıyor, bir yandan evi toparlıyor ve diğer bir yandan bana bakıcılık yapıyordu. Benim için yaptığı tüm angarya işler ona mutluluk veriyordu garip bir şekilde. Beni sevdiği için olduğunu söylemişti bir keresinde…

Onun hakkında birçok şey hafızama kazınmış durumda aslında. Kedileri delicesine sevdiğini daha ilk tanışmamızdan sonra keşfetmiştim. Kedisini alır ve gözlerinin içine bakarak ‘ Orada olduğunu biliyorum!’ derdi hep. İnternette kedilerin diğer tarafı gördüğüne ve orası ile dünyamız arasında bir nevi aracı olduklarına dair bir makale okumuştu. Bu yüzden yıllar önce kaybettiği kardeşine kedisi aracılığıyla ulaşmaya çalışırdı.

Yeşil elmaları severdi ve onları mutfağımızın tam ortasında duran bir kaseye koyardı. Çürüyene kadar onlara kimsenin dokunmasına izin vermezdi. Aslına bakarsanız onu hiç elma yerken görmemiştim bile yıllarca aynı evde yaşamamıza rağmen. Küçükken mutluluğun resmedildiği bir tabloda görmüş kasede duran yeşil elmaları ve onlar orada durdukça bizim de hep mutlu olacağımıza inanırdı.

Onunla ilgili birçok anı hatırlıyorum fakat bir tanesi aklımdan hiç çıkmıyor. Hayatta bazı anlar vardır. Birkaç saniye size dakikalar gibi gelir. Zaman yavaşlar ve havadaki toz zerrelerine kadar o anın tüm detayları aklınıza kazınır. Sürücü koltuğunda otururken direksiyona uzattığım elimin terlemesi, onu iş yerine bırakırken heyecanla kapıyı kapatıp yolun karşısına geçişi, dönüp bana gülümseyerek el sallaması, gözlerimi onun az önce kalktığı koltuğa indirdiğimde uğurlu saydığı ve yanından hiç ayırmadığı Yitik Öyküler Kitabını unutmuş olduğunu görmem, kitabı kaldırıp ona doğru sallayışım ve onun kitabı unutmuş olduğuna inanamayan bakışlarla bana doğru gelmesi, gürültüyle fren yapan ve kayarken kornasını deli gibi çalan otobüsün kulak tırmalayan sesi ve aklımdan çıkması için gecelerce uğraştığım kemiklerin kırılma sesine eşlik eden camdaki o kızıllık.

---o---

Seçil(me)mişler

Posted by Malkavian On 8 Ocak 2014 Çarşamba 2 Kişi Düşüncesini Belirtti

 Seçil(me)mişler



Çok uzun zaman önce, çok uzak bir galakside, çok mutlu bir halk yaşarmış. ‘Neden mutlularmış ki?’ diye soranlarınızı duyar gibiyim. Bu sorunun cevabı elbette çok basit ama önce isterseniz buna sebep olan o büyük olayın biraz öncesine gidelim. Böylece neden mutlu olduklarını daha iyi anlayabilirsiniz.

Çok uzun zaman önce, bahsi geçen çok uzak galaksinin çok mutlu halkı, çok mutlu olmadan önce çok mutsuzmuş. ‘Neden?’ diyenlerinizi yine duyar gibiyim. Bu sorunun da cevabı oldukça basit, çünkü bu halkı yöneten tam yirmi tane Tanrı varmış ve hiçbiri, birbiri ile anlaşamazmış. Eh, aralarında anlaşsalar bile yirmi tanrı oldukça fazla miktarda tanrı demektir ve gezegenin neden mutsuz olduğu bariz bellidir. Bu tanrılardan biri kötülük yapmak isterken biri iyiliğin gücüne inanırmış. Biri ‘Etrafınızdaki herkesi kıskanmalısınız, böylece başarılı olabilirsiniz.’ derken diğeri müritlerine ‘Kıskançlık kötüdür. Aman ha uzak durun!’ diye öğütler verirmiş. Halkın bir kısmı ateşe taparken diğer kısmı suyun kutsallığına inanırmış. Özetle, tam bir karmaşa ortamı hakimmiş bu gezgende. Bu yüzden de her gün tartışmalar, kavgalar ve savaşlar yaşanırmış.

Kısacası tanrılar arasında hayali bir terazi olacak olsaydı, tam on tanesi sağ tarafında, yine tam on tanesi sol tarafında olurdu ve bu terazi mükemmel bir şekilde dengede duruyor olurdu.

Günlerden bir gün Hoşgörü Tanrıçası Hephesius, takipçisi olan kel kafalı, bol beyaz kıyafetler giyinmiş keşişleri ile yolda yürürken yanlışlıkla Savaş Tanrısı Armerias’a toslamış. Savaş Tanrısı’nın koskoca yuvarlak kalkanlar taşıyan, her biri baklava dilimi kaslara sahip savaşçıları, hep bir ağızdan savaş çığlıkları atıp liderlerinin ne yapacağını beklemeye koyulmuşlar. Eh tabi ki o da adına sanına yakışır bir şekilde Hephesius’u sarı örgülü saçlarından tuttuğu gibi keşişlerinin üzerine fırlatıvermiş. Birbirlerinin varlığını sezen tanrılar ve tanrıçalar hemen olay yerine toplanmış ve hepsi ilgiyle izlemeye koyulmuş. Tabi ki hoşgörü tanrıçasının yere düşmesi büyütülecek bir olay değilmiş ve tabi ki tanrılar ölümsüzmüş. Fakat o büyük günde Hephesius’un sakarlığı yüzünden öğrenmişler ki tanrılar şaşırtıcı bir şekilde sadece insanlar tarafından gelen saldırılara karşı ölümsüzmüş.

Hephesius düştüğü yerde dizlerine ellerini götürüp acıyla ağlarken ellerindeki kanı tüm tanrılar görmüş ve elbette ki onlar da yirmi tane tanrının bu dünyaya fazla olduğunun çoktan farkındalarmış, ama hepsi bir diğerinin ölümsüz olduğunu sanıyormuş o ana kadar. Bu yüzden Tanrılar arasında yıllarca değil, aylarca değil, haftalarca değil, günlerce hiç değil, yaklaşık bir iki dakika sürecek bir savaş patlak vermiş. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmiş ki kimse tam olarak ne olduğunu görememiş bile. Fakat sonuçları herkesin tarih kitaplarından öğrendiği gibi çok büyük olmuş.

Hikayemizin başında değindiğimiz gibi bu gezegende yaşayanlar çok mutluymuş, çünkü o gün çıkan Büyük Tanrılar Savaşı’nda beklenenin aksine ölenler hep yukarıda da belirttiğim terazinin sol tarafında yer alan tanrılar olmuş. Savaş Tanrısı adına yakışmayacak şekilde ilk ölenler arasındaymış o gün ve hemen ardından Kıskançlık Tanrısı yitip gitmiş. Su Tanrıçası, Ateş Tanrısını saniyeler içinde söndürmüş ve geriye mutluluk ve huzurdan başka hiçbir şey kalmamış.

Bütün dünya huzur içinde, mutlu ve düzenli bir yaşama sahipmiş. Ya da Tanrılar böyle olduğunu sanıyormuş. Çünkü huzur ve mutluluk yayıldıkça tanrıların canı çok sıkılmış. Neredeyse etrafta yapacak hiçbir şey kalmamış. Bunun üzerine toplanıp hepsi kendilerine birer Seçilmiş belirleyip onlar arasında centilmenlik esasları içinde müsabakalar düzenlemeye karar vermişler. Tek bir sorun varmış. Kendilerine tapanların neredeyse hepsi birbirinden iyi, hoşgörülü, sevecen, sadık vesaireymiş!

Yıllar birbirini kovalamış ve zaman akıp gittikçe  tanrılar seçilmişlerini belirlemeye çalışırken aslında bu mutlu ve huzurlu gezgende herkesin mutlu olmadığı anlaşılmış. Birkaç kişi tüm bu düzene karşı dimdik ayakta durmaktaymış. Sonunda on tanrı bir araya gelip bir mahkeme kurmuşlar ve sorun çıkaran bu birkaç kendini bilmezi yargılamak için huzurlarına çağırmışlar.

İlk gelen, yaralar bereler içindeki yüzünü sert bir şekilde buruşturup tanrılara yumruğunu sallayan simsiyah saçlı bir adam olmuş.

‘Sen de kimsin?’ demiş düzen tanrısı.

‘Bana Kavgacı derler ve siz beni yargılayamazsınız! Hele bir deneyin de görün bakalım gününüzü!’ sıktığı yumruğunu avucunun içine sertçe patlatmış. Tam Tanrılara bu mühim demeci verilirken mahkeme salonunun kapısı tekrar açılmış. İçeriye dışarıda esen serin rüzgarın bir parçası girmiş ve Kavgacı’nın irkilmesine sebep olmuş.

‘Hey sen de kimsin!’ diyip yanında bir adam peydah olunca da refleks olarak suratına okkalı bir yumruk patlatıvermiş.

‘Aman tanrım! Ya da aman Tanrılarım! Gördünüz! Hiçbir suçum yokken bu adam bana vurdu! Davacıyım!’ diyivermiş sızlayan başını tutarak.

‘Sessizlik!’ demiş tanrılardan biri. ‘Sen de kimsin?’

‘Bana Sinsi derler.’ demiş ve eklemiş. ‘ve inanın buraya neden getirildiğime dair en ufak bir fikrim bile yok. Kesin bir yanlışlık oldu.’ Bağdaş kurup devasa yapının zeminindeki taşlara otururken.

Bu sırada içeriye etrafına söylene söylene hırpani sakallı bir dede girmiş. Sürekli homurdanıyor ve etrafını pek de umursamıyor gibiymiş. Önce Tanrıların bulunduğu büyük kürsüye çarpana kadar homurdanarak ağır ağır yürümüş. Sonra da çarpmanın etkisiyle homurtuların arasına birkaç küfür sıkıştırarak diğer ikisinin beklediği yere geçmiş

Düzen Tanrısı, tam ona kim olduğunu soracakken ve ağzı daha hala açıkken homurtular arasından şu kelimeler duyulmuş mahkeme salonunda. ‘Homur homur…Hay bana Karamsar ismini koyan annemin de…! Üzerimde emeği geçen babamın da…! Bu mahkeme salonunun da…!’

Mahkeme salonunun kapıları kapanmak üzereyken Hephesius yanındaki tanrılara dönmüş. ‘Hani dört taneydiler?’ ve bu sözleri söyler söylemez kapının arkasından bir bağırış duyulmuş.

‘Ay durun! Durun diyorum size. Nasıl olur da ben tam girecekken kapıları kapatırsınız siz! Kendini bilmezler! Ahlaksızlar! Densizler!’ içeriye kahverengi, saçlı ortalama boylu, ortalama kiloda ve ortalama güzelliğe sahip bir kadın girmiş. Tam otuzlu yaşlardaymış.

Önsezi Tanrıçası gülümsemiş ve ‘ Dur tahmin edeyim. Senin ismin Kendinibeğenmiş değil mi?’

‘İsmin Kendini, soyadım da Beğenmiş. Öyle söyleyince bütün havası kaçıyor. Kendini Beğenmiş diyeceksin.’ Diyip bir hava ile saçlarını geri atmış. Bir yandan Hephesius’un güzelim sarı saçlarına bakıp kendi saçlarının onunkilere bin basacağını düşünerek.

Tanrılar baş başa vermiş ama bu işe yaramaz ve gezegenin düzenini bozan dört kişiye ne yapacaklarına bir türlü karar verememişler. Verdikleri cezalar çok yumuşak kalıyormuş. Mesela; Hoşgörü Tanrıçasının önerdiği gibi her akşam yemekten sonra tatlı yemelerini yasaklamak gibi akıl almaz büyüklükte cezaların hiç biri etki etmemiş bu düzen bozuculara!

Haftalar, hatta aylar geçmiş ama bu dördünü bir türlü kötü huylarından vazgeçirememişler. Ne ceza verirlerse versinler inatla kendi bildiklerini yapmaya devam etmiş bu dört kafadar.

Tam üç ay sonra, Düzen Tanrısı bu dördünü mahkeme salonuna tekrar çağırmış. Kendini Beğenmiş saçlarını okşayıp Hephesius’a aşağılarcasına bakarken, Kavgacı mahkeme salonuna girerken duvara vurduğu yumruğunun kanayan yerini emmekle meşgulmüş. Sinsi, Karamsar’ın çıkardığı homurtular eşliğinde sessizce onun para kesesine uzanmakla meşgulken hapşırıvermiş.

Düzen Tanrısı boğazını temizlemiş ve gür sesiyle konuşmaya başlamış ve hepsi de –Tanrılar da dahil- ne yapıyorlarsa bırakıp bu etkileyici sesi dinlemeye koyulmuş.

‘Cezanız kararlaştırıldı. Bu gezgende düzeni ve huzur bozduğunuzu söylemeye gerek yok. Ne ceza verirsek verelim huylarınızdan vazgeçmeyeceğiniz de ortada. Bu durumda bize başka bir çare bırakmadınız. Sizi sürgün ediyorum. Ehmm… Ediyoruz!’

‘Nereye?’
‘Nasıl yani?’
‘Uzak mı?’
‘Homur, homur?’

Gibi soruları elinin tersiyle geçiştirmiş Düzen Tanrısı.

‘Kararımız kesin. Sizler için tüm güçlerimizi kullanıp yeni bir gezgen oluşturduk. Bundan sonra orada yaşayacak ve neslinizi devam ettireceksiniz. Oldukça güzel bir yer, Karamsar haricinde hepinizin orayı seveceğine eminiz.’ Hafifçe gülümsemiş ve yerinden kalkıp dörtlünün yanına gitmiş. Tüm tanrılar etraflarında bir çember oluşturup el ele tutuşmuş ve büyülü sözleri mırıldanmaya başlamışlar. Sinsi birkaç defa Hephesius ve Düzen Tanrısı’nın kollarının altından sıvışmaya çalıştıysa da büyülü bir bariyere çarpıp yere kapaklanmış.

Büyülü sözler sona ermiş ve Düzen Tanrısı dörtlünün bedeni yitip giderken son bir kez seslenmiş.

‘Sınırsız bir süre boyunca Dünya’ya sürgün edildiniz!’

Hephesius büyülü çemberin güç parıltıları saçan aurası dağılmadan kendini beklenmedik bir şekilde tanrıların ortasına atıvermiş. ‘Onların bu yeni gezegende tek başlarına olmalarına gönlüm elvermiyor!’

‘Ama onlar dize gelmez. Bunu sen de gördün, ne denersek deneyelim başaramadık!’ demiş sinirlenen Düzen Tanrısı.

‘Onları düzgün birer insan yapmak için binlerce yılım olacak. Elbet başaracağım.’ Demiş kendinden emin bir şekilde Hephesius gözden kaybolurken.

Kendini çimenler ve ağaçlarla çevrili bir şelalenin önünde bulmuş Hephesius. Önündeki insanlara bakmış ve şöyle demiş.

‘Hepiniz burada yeni bir yaşam kuracaksınız. Bu yüzden her şeye en başından başlamamız gerek. Sen…’ demiş bu güzel dünyada bile homurdanmayı başarabilen Karamsar’a dönerek. ‘Senin adın bundan böyle Adem olacak. Siz ikiniz ise…’ demiş Kavgacı ve Sinsi’ye dönerek. ‘Sizlerin ismi ise Habil ve Kabil olacak.’ Sonra durup kendine kısık gözlerle bakan ve bir yandan kendi teninin bu soluk görünümlü tanrıçadan tabi ki de çok daha iyi göründüğünü düşünen kadına bir parmağını uzatmış. ‘Senin ismin ise bundan böyle Lilith olacak.’

‘Pekala, ama sen istediğin için değil, sırf beğendiğim için kabul ediyorum.’ Demiş Lilith saçlarını bir omzundan arkaya atarak.

‘Sizler için çok sevdiğim yeri ve insanları bıraktım. Bu yüzden sizlere bir ceza vermem gerek.’ Demiş ve düşüncelere dalmış. Ama içi ceza vermeye de pek el vermiyormuş. En sonunda önemsemeden önünde duran ilk ağacı göstermiş ‘Ne yaparsanız yapın, bu elma ağacından bir tane bile meyve yemeyeceksiniz!’ demiş ve sırra kadem basmış.



-SON-

Şizofrennie

Posted by Malkavian On 10 Aralık 2013 Salı 2 Kişi Düşüncesini Belirtti

Şizofrennie


Terden birbirine yapışmış düz sarı saçları omuzlarına dökülüyordu. Üzerine giydiği beyaz elbisesi ayak bileklerine kadar iniyordu. Dizlerini kendine çekebildiği kadar çekmiş ve sırtını yasladığı çatlaklarla dolu gri duvarın önünde ellerini ayaklarına sıkıca sarmıştı. Bir ileri bir geri sallanırken, kendisi ile sürekli konuşan küçük kızla göz teması kurmamaya çalışıyordu.

‘Dünyayı kurtarabilirsin Emily! Bunu sadece sen yapabilirsin.’ Diyordu parlak koyu buklelerinin altından kocaman gözlerle ona bakan küçük kız. Yaklaşık olarak sekiz yaşlarındaydı ve hiç kendi yaşıtları gibi konuşmuyordu.

Emily başını yine iki yana salladı ve kızın o hipnotize eden kocaman gözlerine bakmamak için başını önüne eğdi.

‘Yine mi o küçük kız Emily?’ diye sordu yumuşakça, önünde demirden sandalyesine rahatça oturmuş, kafasının ortası kel yanlarından kır saçları görünen Doktor Faus. Bir eliyle yuvarlak gözlüklerini çıkarıp önlüğünün yakasına silerken tekrar o rahatlatan sesiyle devam etti.
‘Orada kimse olmadığını biliyorsun değil mi? Bu senin tedavinin bir kısmı. Onu görmezden gelmelisin. Bu odada sadece ikimiz varız. Anlıyorsun değil mi?’

Emily anladığını belirtircesine başını salladı ve küçük kızdan tarafa bakmamak için yan gözle Doktor Faus’a gözlerini kilitledi. Altları hafif morarmış gözleri gören Faus’un içi bir an için acıma duygusu ile kaplandıysa da bunu kıza yansıtmadı.

‘Bir süre daha seni bu tek kişilik odada tutacağım Emily. Gördüğün kişilerin hangilerinin hayal hangilerinin gerçek olduğunun ayrımına varmaya başladığın zaman genel koğuşlara aktarılacaksın ve emin ol bu çok uzun sürmeyecek. Gelişimini takip ediyorum ve çok iyi gittiğini rahatlıkla söyleyebilirim.’ dedi ve bacak bacak üstüne attığı ayağını düzeltip elleri ile dizlerine ağırlık vererek ayağa kalktı. Sandalyesini tek eliyle arkasından sürükleyerek odadan çıktı ve kapıyı arkasından kilitledi.

‘Gördün mü? Sadece ben seninle sürekli kalıyorum. İnsanlar sana birkaç dakikadan fazla tahammül edemiyor. Tek dostun benim Emily ve onlar bunu bozmak istiyorlar. Çünkü sadece senin dünyayı kurtaracağını biliyorlar.’ Küçük kızın konuşmaları kafasında yankılanırken kapının altında bir bölme açıldı ve görevli bu bölmeye içmesi gereken ilaçları koydu. Yanlarında da plastikten yapılma yarısı dolu su bardağı vardı.

‘Sen gerçek değilsin…’ dedi hırıltılı çıkmıştı sesi. Biraz yalpalayarak da olsa ayağa kalktı ve kapıdaki ilaçlara uzandı. Bunları içip sonunda rahat bir uyku çekebilecekti.

‘O ilaçları içme Emily! Seni benden ayırmak istiyorlar. Seni gerçeklerden uzak tutmak istiyorlar. Bir kere beni dinle ve seni bu cehennemden çıkartayım! Burası akıl hastanesi bile değil. Sadece senin gözetim altında tutulduğun bir düzmece!’ Büyük kahverengi gözlere bakan Emily, küçük kıza inanmak istiyordu fakat iyileşmeyi daha çok istiyordu. Doktor ona genel koğuşlara geçebileceğini söylemişti. Tek yapması gereken bu kızı artık görmediğini söylemekti. Zaten ilaçlarını içince birkaç saat görmüyordu da onu. Titreyen elleriyle sıkıca kavradığı ilaçları ağzına attı ve plastik bardaktaki suyu bir dikişte bitirdi.

Küçük kızın sesi birkaç dakika içinde kesildi ve Emily narin bedenini yatağın üzerine atıverdi. İlaçlar ona huzur dolu bir uyku bahşedecekti.

Uyandığında gözlerini açmak istemedi ama küçük kızın sesi kulaklarına yine gelmeye başlamıştı. Ayağa kalktı ve uyuşmuş bacaklarını açmak için odanın içinde birkaç tur attı. Doktor Faus genelde o uyanmadan odasında olurdu fakat bugün yoktu.

‘Beni dinle Emily sana buranın bir düzmece olduğunu kanıtlayabilirim!’ dedi küçük kız arkasından onunla birlikte yürüyordu.

Sonunda dayanamadı ve ‘Nasıl kanıtlayacaksın?’ dedi Emily. Kendini biraz garip hissetmişti. Kıza günlerdir ilk kez cevap vermişti. Bu kendini o kadar iyi hissetmesini sağlamıştı ki buna neden ara verdiğini kendisine sorar olmuştu.

‘Hücrenin yan duvarında bir tıkırdama duysaydın ne tepki verirdin Emily?’ demişti küçük kız kocaman gözlerini beyazlar içindeki kızın mavi gözlerine dikerek.

‘Ben de duvara vururdum.’ Dedi düşünmeden. Bu yalnızlık içinde dışarıdan gelebilecek herhangi bir iletişim kırıntısına cevap vereceğini çok iyi biliyordu.

‘Şimdi odanın iki yanındaki duvarlara vurmanı istiyorum. Sertçe vur ve sana cevap gelip gelmeyeceğine bir bak!’ yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuştu küçük kızın. Sonunda eline bütün bu düzmeceyi açıklamak için bir fırsat geçmişti.

Emily tereddüt etse de kendisine mantıklı gelen bu isteği yerine getirdi. Elleri acıyana kadar dakikalarca yan duvarlara vurdu ama hiçbir cevap gelmedi.

‘Burada yalnızsın Emily. Sadece sen tutuluyorsun çünkü içindeki gücü biliyorlar. Seni deli olduğuna inandırdılar!’

‘Ama neden?’

‘Sadece sen dünyayı kurtarabilirsin. Şimdi dediklerimi itiraz etmeden yapmanı istiyorum. Sana bu hastanenin boş olduğunu kanıtlayacağım.’

Sarı saçlarını kaşıdı kız ve itiraz etmedi. Günlerdir ilk defa kendini bu kadar iyi hissediyordu ve buna devam etmek istiyordu. Takip eden günlerde küçük kızın dediklerine harfiyen uydu. Doktor Faus’a ziyaretlerinde artık küçük kızı görmediğini söylemişti. Kendine verilen ilaçları ağzına atıyor fakat görevliler gidince tükürüyordu. Kızın talimatları üzerine şiltesinin altındaki yaylardan birini çıkarmış ve yine onun söylediği gibi bükerek kendine bir anahtar yapmıştı. Elleri heyecanla titreyerek kapıyı açtığında gece yarısına geliyordu. Ürkek adımlarla özgürlüğüne yürüdü. Heyecanla çevresine bakıyordu fakat tek görebildiği boş odalarla dolu bir koridordu.

‘Sana söylediğim gibi. Burada senden başka kimse yok!’ demişti heyecanla küçük kız. Neşeyle sekerek Emily’nin peşinden gidiyordu.


---o---

İki kişi koridorda yürüyordu. İkisi de doktor önlüğü giymişti. Yaşlı olan önden gidiyor ve arkasına bakmadan genç olanla konuşuyordu. Genç doktor arkadan gelirken elindeki not defterine sürekli notlar alıyordu. Sonunda bir odanın önünde durdular ve Doktor Richard önünde duran gözetleme camını genç doktora işaret etti.

‘Burada 1876 numaralı hasta Faus bulunuyor. Faus’un durumu biraz ilginç. Kendini bir doktor sanıyor ve Emily adında, kendi tarifine göre sarı saçlı, mavi gözlü ve oldukça hasta bir genç kızı tedavi etmeye çalışıyor. Enstitümüze geldiğinden beri yaklaşık yedi yıl geçti ve durumunda hiçbir düzelme yok.’

Genç adam gözlerini camdan çekerek Doktor Richard’a baktı. ‘Demirden bir sandalyesi var. Kendine zarar vermesinden korkmuyor musunuz?’ dedi elindeki not defterini hazırda tutarak.

‘Sandalyesini alınca oldukça hırçınlaşıyor. Bu şekilde daha mutlu olduğunu düşünüyorum. Gün boyunca sandalyesini odanın bir o yanına, bir bu yanına sürükleyerek hastalarını tedavi ettiğini düşünüyor ve bu onu mutlu ediyor. Bunu iyi not et evlat. Eğer onları iyileştiremiyorsan en azından biraz mutlu hissetmelerini sağlayabilirsin.’ Gülümsedi ve bir sonraki odaya gitmek için arkasını hızla döndü.

‘Siz de kimsiniz?’ dedi arkasını döner dönmez hızla koşup kendisine çarpan kıza. Terden sırılsıklam saçları birbirine yapışmış ve hastaların giydiğine benzer beyaz bir giysisi vardı.

‘Ben Emily’ dedi kız soluk soluğa. Yanındaki kızı işaret ederek ‘ve bu da…’ birden küçük kızın ismini bile bilmediğini fark etmişti. Bu çok saçmaydı. Hatta bu küçük kızla ne zaman tanıştığını bile hatırlayamıyordu. Kendinden utandı ve hemen işaret ettiği elini arkasına sakladı.

‘Emily mi?’ dedi Doktor Richard. Oldukça şaşırmıştı. Bu imkansızdı. Faus’un iyileştirmeye çalıştığı bu kız olabilir miydi?

‘Şu delikten içeri bak kızım ve içeride kimi gördüğünü bana söyle lütfen…’ dedi arkasında deli gibi not alan genç adama aldırmadan.

Emily parmak uçlarında yükseldi ve gözetleme deliğinden baktığında demirden sandalyesinde boş bir duvara dönük kendi kendine konuşan adamı şaşkın gözlerle izledi.

‘Doktor Faus’un orada ne işi var?’ dedi şaşkınlıkla.

Richard bir an durup olanları düşündü ya da düşünmeye çalıştı ama işin içinden bir türlü çıkamıyordu. Sonunda aynı Faus’unkine benzeyen yumuşak ve aceleci olmayan bir tonda konuşmaya başladı.

‘Meslektaşım ve ben, Emily adında tıpkı sana benzeyen bir kızı iyileştirdiğini sanan Faus’u yıllardır gözetim altında tutuyoruz. Fakat nasıl olup da seni görebildiğimize inan bir açıklama getiremiyorum. Ayrıca bu yanındaki küçük kız da kim?’

Emily’nin altı morarmış gözleri heyecanla büyüdü. Faus’un hasta olduğuyla ilgili cümleyi bile görmezden geldi. Küçük kızı kendinden başka gören biri daha çıkmıştı sonunda. ‘Yani… Yani deli değil miyim?’ koridorda amaçsız bir şekilde koşmak ve dans etmek istiyordu. Ama bir yandan beyninin arka taraflarından bir ses bunun çok saçma olduğunu ona fısıldıyordu.

‘Bu çok saçma!’ dedi sonunda hepsi bir ağızdan. Bu mümkün değildi.

---o---

Gözünün önüne gelen uzun siyah saçlarını elinin tersiyle arkaya attı ve un bulaşmış ellerini musluğun altına tutup güzelce yıkadı. Üzerine kakao ve yumurta bulaşmış önlüğünü çıkarıp kapağı açık çamaşır makinesinin içine attı ve hala ıslak olan ellerini koyu mavi renkli kotunun arkasına sildi. Kocasının işten dönmesine yaklaşık olarak bir saat vardı. Evin ortasında bulunan ahşap merdivenleri ağır adımlarla çıktı ve üst katta kapısının altından ışık sızan tek odanın açma kolunu kavradı. İçeriden duyduğu seslere aldırış etmedi ve yüzündeki hüznü silip yerine yapmacık bir gülümseme kondurdu.

‘Annie, kızım kurabiyelerin hazır hadi hemen ellerini yıka bakalım.’

Annie kahverengi buklelerini sallayarak odanın içinde koşturdu ve kocaman gözlerle annesine baktı. ‘Lütfen anne. Emily artık bana inanıyor ve biliyor musun artık Doktor Richard’da beni görebiliyor!’

Annesinin yüzündeki sahte gülümseme bir anda silindi. Kızının boş odada kendi kendine konuştuğunu biliyordu. Kocası Annie’nin pahalı olan ilaç masraflarını karşılamak için iki işte birden çalışıyordu. Yine de bu ay çok sıkışmışlardı ve küçük kızlarına ilaç alamamışlardı. Maaşlar iki gün sonra yatacaktı ama Annie ne zaman ilaçlarına ara verse hastalığı şiddetli bir şekilde nüksediyordu.

‘İki gün kaldı kızım. Biraz daha dayan lütfen. İyileşeceksin. İyi olacaksın.’ Dedi ve gözyaşlarını tutamadı. Kızının ağlarken kendisini görmesini istemiyordu bu yüzden kapıya doğru koştu ve arkasını dönmeden bağırdı. ‘Sadece yarım saat daha. Sonra ellerini yıkayıp kurabiyelerini yemek için aşağı iniyorsun küçük hanım!’

---SON---

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Bölüm VI

Posted by Malkavian On 29 Temmuz 2013 Pazartesi 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm VI




‘Hoş geldiniz.’

‘Hoş buldum teşekkürler.’

‘Buyurun oturun lütfen ve kendinizi rahat hissedin.’

‘Koltuğunuz yeterince rahatmış. Teşekkür ederim.’

‘İsminiz nedir?’

‘William ya sizinki?’

‘Tracy… Tanıştığıma memnun oldum. Sizin gibi kibar bir beyefendi neden burada acaba?’

‘Önünüzdeki dosyada yazmıyor mu?’

‘Muhtemelen detaylı bir anlatımla yazıyordur ama ben bir psikolog olarak hastalarıma önyargısız yaklaşmayı tercih ederim.’

‘Hastalarıma dediniz.’

‘Evet ne olmuş?’

‘Benim hasta olduğum konusunda oldukça önyargılı gibisiniz.’

‘…  Değil misiniz peki?’

‘Bu sizin uzmanlık alanınız. İşinize karışmak istemem’

‘Pekala bakalım elimizde ne varmış öyleyse. Hmm…’

‘Siz bakıp şaşırmadan önce ben söyleyeyim. Tam üç kişiyi öldürdüm ve onları öldürürken bir gıdım bile suçluluk duymadım. Neden öldürdüğümü sorduklarında da gerçekleri söyledim ve benim durumumda gerçekleri söylemek hep bana deli sıfatını yapıştırmıştır.’

‘Hmm çok ilginç. Burada yazılana göre kurbanlarınızın üçü de otopsiye gönderilmiş fakat daha bir sonuç gelmemiş. Bununla birlikte hiçbirinde yara izine rastlanmamış.’

‘Eh ben temiz çalışırım ama bunu bir kenara bırakalım. Kurbanlarımdan bahsederken biraz bile olsa endişelenmediniz. Şu an bir katil ile aynı odada bulunuyorsunuz.’

‘Sizi bana mahkemeden sevk etmişler ve özel durumunuz söz konusu olduğunda hiçbir şey kesin değildir.’

‘Özel durumum yani deli olmam mı?’

‘Olma ihtimaliniz.’

‘Sizi temin ederim deli değilim hanımefendi.’

‘Eğer bir deliyseniz akıl hastanesine, değilseniz cezaevine gideceksiniz. Birçokları akıl hastanesini tercih eder.’

‘Benim için ikisi de aynı.’

‘Nasıl aynı olabilir ki?’

‘İkisi de içinden kısa sürede çıkılması gereken dört duvardan ibaret.’

‘Üç kişiyi öldürmekten dolayı içeri girerseniz emin olun tam güvenlikli bir cezaevine gideceksiniz.’

‘Akıl hastası rolü yapmam için beni teşvik ediyorsunuz neredeyse hanımefendi.’

‘Aksanınız biraz… değişik. Nerelisiniz acaba?’

‘Doğu İngiltere.’

‘Büyümek için güzel bir çevre. Pekala bana biraz hayatınızdan bahsetmek ister misiniz? Ne de olsa iki saat buradayız.’

‘Bunu yapmak istediğinizden emin misiniz?’

‘Neyi?’

‘Çocukluğuma dair sıkıcı anıları dinlemeyi istediğinizden emin misiniz diyorum? Ne öğrenmek istiyorsanız direk sorabilirsiniz.’

‘Pekala öncelikle neden üç masum insanı öldürdünüz?’

‘Yine yaptınız.’

‘Neyi?’

‘Masum insanları dediniz. Oysa ki onların masum olduğuna dair elinizde hiçbir kanıt yok.’

‘Pekala istediğiniz gibi olsun. Neden bu üç kişiyi öldürdünüz.’

‘Çünkü o üçünü öldürmeseydim, onlar dünyada sevdiğim her şeyi mahvedeceklerdi.’

‘Ne gibi şeyleri?’

‘Her gün gölgesinde dinlendiğim Lincoln Parkındaki o güzelim ağacı ve içinde oynayan koşturan tüm canlıları yok edeceklerdi. Mahkemede beni yargılayacak hakimi, sebebini anlamasa da beni savunmaya hevesli olan avukatı ve şu an bana gereksiz sorular soran psikologumu bile…’

‘Gerçekten bir yerlere varmaya başladığımızı düşünüyorum. Neden gereksiz olduğunu düşünüyorsunuz sorularımın?’

‘Çünkü ben ne dersem diyeyim sizi deli olmadığıma inandıramayacağım ve siz ne derseniz diyin beni yargılanmaktan kurtaramayacaksınız.’

‘Peki neden böyle bir şeye inanıyorsunuz?’

‘Çünkü insanlar kördür.’

‘Neden insanların kör olduğunu düşünüyorsunuz?’

‘Çünkü kendi yaptıklarını hep görmezden gelirler ama bir başkası onların adına aynı şeyi yaptığında fazla tepki verirler.’

‘Bir örnekle açıklayabilir misiniz?’

‘Örneğin şu an bir ülkenin başkanı başka bir ülkeye savaş açmış olsa ve ben orduda olsaydım, sırf komutanlarımdan emir aldığım için üç değil belki de üç yüz kişiyi öldürmem bana ne kazandırırdı.’

‘Bilmem sanırım üstün hizmet madalyası alırdınız.’

‘Tebrik ederim.’

‘Neden?’

‘İlk defa standart bir psikolog gibi benim cümlelerimi soruya dönüştürüp tekrar bana sormadınız ve tamamen kendi kişiliğiniz ile bir cevap verdiniz. Evet doğru dediniz üstün hizmet madalyası alırdım.’

‘ve şu an yaptığınız suçun aslında ülke yararına olduğunu mu düşünüyorsunuz?’

‘Ülke değil dünya yararına. Ama önemli olan bu değil. Ben aslında başka bir şey için buradayım’

‘Öyle mi? Bu beni şaşırttı gerçekten. Ne için buradasınız?’

‘Seninle tanışmak için buradayım Tracy. Beyin ve onun içeriğini anlamak için yaptığın çalışmalar dünya çapında ses getirdi. Davranış bilimleri konusunda senden uzmanı yok ama sen yine de bu ofiste oturmuş mahkemeden sana gönderilen salakları dinleyip onların suçlu mu yoksa deli mi olduğuna karar vermeye çalışıyorsun.’

‘Ama… bu…’

‘Bu nasıl olabilir mi diyeceksin? Anlamıyor musun sen değerlisin ve burada kendini harcıyorsun. Hiçbir telefonuma ve e-mailime cevap vermedin. Senden randevu koparmak neredeyse imkansız.’

‘ve siz de bunun için üç kişiyi mi öldürdünüz?’

‘Hayır. Onları zaten öldürecektim. Buraya gelmek için sadece bu yaptığımı itiraf etmem yeterli oldu. Ama sakin ol lütfen sana zarar vermek niyetinde değilim. Sen benim için değerlisin.’

‘Benim değerli olduğumu mu düşünüyorsun?’

‘Şu psikolog saçmalıklarını bir kenara bırak Tracy. Çalışmalarını yazılı dökümanlar olmaktan öteye taşıyacak bir laboratuar ortamı ve geçimini sağlamak için gereğinden çok daha fazla paraya sahip olacağın bir fırsat sunmaya geldim sana.’

‘Siz kesinlikle delisiniz bayım. Normalde suçluların tımarhaneye gitmediğinden emin olmak için bu işi yapıyorum ama siz kesinlikle aklınızı kaçırmışsınız!’

‘Öyle mi dersin Tracy. Şuna bir bak. İşte son yılların en büyük buluşu…’

‘Aman Tanrım! Bu düşündüğüm şey olamaz!’

‘Bu tam da düşündüğün şey Tracy. Yapay Zeka modülünün ilk deneyinden arta kalanlar. Küçük bir cep telefonu büyüklüğünde sesli cevap verebilen akıllı bir veri yumağı…’

‘Bu inanılmaz şu anda çalışıyor mu? Sorularıma cevap verebilir mi?’

‘Eğer istersen bunun bir üst modelinin yaratıcılarından birisi olabilirsin Tracy. Kendini körelttiğin bu iş yerinde tıkılıp kalmana gerek kalmaz.’

‘Ama şimdiye kadar yaptığım araştırmalar bile tam on yılımı aldı ve onlar asıl araştırmanın girişi bile olabilecek nitelikte değiller. En iyi ihtimalle uzun yıllar yaşasam bile bu araştırmayı sonlandıramam.’

‘Tracy ağzın bir şeyler geveliyor ama aklın ve gözlerindeki ışıltı tamamen başka şeylerden bahsediyor.’

‘Sanki beni tanıyor gibi konuşuyorsun. Sanki seni tanıyor gibiyim. Az önce üç mas… insanı öldürdüğünü söyledin ve şimdi benden dünya üzerindeki en ileri teknoloji ile yapılacak bir çalışmada yardım istiyorsun.’

‘Etrafına bak Tracy… Hayır bu odaya değil dünyaya bir bak. Dünya halklarının yarısı fakir. Diğer yarısı ise zengin ama krizlerle boğuşuyor. Petrol atıkları denizleri kirletiyor ve nükleer santraller dünyanın dengesini bozmaya devam ediyor. Fakir halkların silahlandırılması ile elde edilen gelirler her geçen gün artıyor ama artık silahlanan halklar eskisi gibi bilinçsiz değil. Her yerde terör örgütleri iş başında ve saldırılarını artık tehdit amaçlı yapıyorlar. Büyük ordular onlarla başa çıkamıyor. Çıkamazlar da. Vur kaç taktiği uygulayan bir avuç gerillaya karşı kendi evlerinde zafer kazanmak zaten imkansız. Üçüncü Dünya Savaşının eşiğindeyiz Tracy ve gelecek şu elimde tuttuğum yapay zeka modülünü geliştirmemize bağlı. Şimdi bana katı bir tavırla arkasına sığındığın o psikolog kimliğinle değil, gerçek Tracy olarak cevap ver. Benimle misin?’

‘Neden böyle bir çılgınlık yaptığımı bilmiyorum ama… Evet.’

‘Bu yol senin için çok sancılı olacak. Çok çalışmamız gerekecek ama bu sayede küçük bir ihtimal ile de olsa insanlığı kurtaracağız. Tıpkı büyük babanın da dediği gibi; Küçük ihtimaller, büyük başarıları doğurur. Birazdan yapacağım şey için çok üzgünüm evlat.’

‘Sen nasıl… Sesin… aaahhh!!!‘

Acı çığlığı tüm odayı kaplarken, kilitli kapıyı yumruklayan korumaların endişeli sesleri eşliğinde William, kadının beyaz tenine dişlerini geçirdi. Sivri dişler neredeyse hiçbir zorlukla karşılaşmadan rahatça derinin ve etin içinden geçerek tüm vücuda kan depolayan ana damarı buldu. William kanın tadı ve çekici kokusu karşısında şiddetle sarsıldı ve daha hızlı bir şekilde tatlı kanı kendi vücuduna aktarmaya devam etti.  Son saniyede kendini büyük bir zorlukla kadından uzaklaştırdı ve sevdiği ve açlığını duyduğu şeyin elinden alınmasına sinirlenen bir kaplan gibi kükredi. Vakit kaybetmeden kendi bileğini ısırdı ve damlamaya başlayan kanı sanki bir damlası bile ziyan edilmemesi gereken yüz yıllık bir viski gibi kadının ağzına dikkatle damlattı. Kadının vücudu şiddetle sarsılmaya başladığında tatminkar bir şekilde bileğini yaladı ve diş izleri bir anda kayboldu. Hemen Tracy’nin çalışma masasını büyük bir güçle yerinden çekip kapıya dayadı. Ardından kadının şiddetle sarsılan vücudunu sanki bez bir bebeği kaldırır gibi rahatça kucaklayıp ikinci kat penceresini kırarak dışarıya atladı.

Ayakları yere değer değmez büyük bir hızla hareket etti ve Lincoln Parkı yakınlarındaki dairesine yöneldi. Bir iki saatlik yolu dakikalar içinde kat ederken dudağından boğuk bir mırıldanma döküldü.

‘Üzgünüm John Lampard… Bunu senin torununa yapmak istemezdim ama dünyanın geleceği buna bağlı ve çok zamanımız kalmadı.’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Bölüm V

Posted by Malkavian On 10 Aralık 2012 Pazartesi 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Bölüm V

 


Düşünürken arka planda çalan müziğe eşlik ederek, parmaklarını koyu kırmızı ve biraz eskimiş kadife koltuğun yan tarafına ritmik bir şekilde vuruyordu. Yaklaşık bir dakikaya yakın süredir düşünceli duruşunu bozmamıştı. Onun türü göze alınınca, bu süre yarım saate denk geliyordu.

Gözlerinde yeni bir şeyleri keşfetmenin verdiği ışıkla aniden ayağa kalktı. Son birkaç dakikadır baktığı kendi portresini kenara itti ve arkasında duran karmaşık şifre ekranına baktı. Ne kadar da klişeleri seven bir adamım diye söylenmeden edemedi.

‘Lucy kilitli kapağı aç lütfen.’

‘Neden?’

‘Çünkü ben öyle istiyorum ve emrediyorum.’

‘Daha önce de, şifreyi girmeyen kimsenin bu kilidi açmaması için emir vermiştiniz ama.’

Tanrım! Diye düşündü William. Yapay zekası olan bir robotu buraya görevli atamakla iyi mi yaptığını, yoksa kötü mü yaptığını anlamak bazen gerçekten zorlaşıyordu. Acelesi de olsa William hiçbir iğneleme ve karşısındakini küçük düşürme fırsatından kendini alıkoymazdı. Bu yüzden devam etti konuşmaya.

‘Lucy lütfen söyle bana. Bu kilitli yerin içindeki eşyalar kime ait?’

‘Sana ait William’

‘Peki… Bu odaya şifreyi koymamdaki temel amaç, sence de benim dışımdakileri bu bana ait varlıklardan uzak tutmak değil mi?’

‘Evet amacının bu olduğu gayet açık.’

‘Peki söyler misin ne halt etmeye beni, benim olan eşyalardan uzak tutmaya çalışıyorsun?’ Sesinde bir zafer tınısı vardı.

‘William… Neden lafı uzatıyorsun. Basitçe şifreyi unuttuğunu söyleyebilirsin bana.’

Lanet olsun! Diye geçirdi içinden. Gerçekten de şifreyi unutmuştu. Lucy, William’ı neredeyse kendinden daha iyi tanıyordu. Bu yapay zeka araştırmalarında çığır açacak bir buluştu. Tabi bir yüz yıl kadar önce gerçekleşseydi. Şimdilerde onun çalışmalarını takdir edecek neredeyse kimse kalmamıştı. Kalanlar ise daha önemli şeylerle meşguldü. Hayatta kalmak gibi…

Lucy’nin tutamadığı bir gülümseme sesi eşliğinde kilit açıldı ve William sabırsızca ellerini düzenlice raflara yerleştirmiş kağıtlara götürdü. En üst raftan bir tomar kağıt aldı ve çalışma masasının üzerine koydu. Yaklaşık üç saniye kadar incelemesi yeterli olmuştu. Yüzündeki endişe çizgileri aniden eski yerlerine oturmuştu. Gözleri büyüdü ve okkalı bir küfür salladı.

‘Bunu yapıyor olamazsın seni piç kurusu!’ Elindeki planları güvenli kasaya gelişigüzel tıkıştırdıktan sonra kapağını sertçe kapattı. Tabloyu eski yerine yerleştirmek için bile vakit harcamadan hızla sığınağı terk etti.

Düzensizlikten nefret ederdi oysa ki. II. Dünya savaşının patlak verdiği ve dünyanın kaosa sürüklendiği zamanlarda bile aksatmadan beş çayını içmesi ve savaştan her geldiğinde elbiselerini bir güzel yıkayıp ütülemesi bunun en büyük göstergesiydi.

Şimdi ise kasanın içinde sakladığı değerli kağıtları ve planları bile yerlerine düzgünce koyacak vaktinin olmadığını hissediyordu. İnanılmaz bir hızla koşuyordu  daha  bunları düşünürken bile. Kendine Harley diyen şu gerizekalıya yetişmek zorundaydı. Ne büyük bir belayı başına sardığından haberi yoktu saf herifin.

Koşarken bir yandan başını sallıyor bir yandan da şu eksiksiz dışlanmışlar çetesinin nasıl icabına bakacağını düşünüyordu. Neyse ki çıkarken en sevdiği buluşlarından biri olan görünmez mermilerinden birkaç tanesini cebine atmıştı. Motorların takip ettiği dolambaçlı patika yerine, hiç duraksamadan dağlara tırmandı ve düz bir rota çizerek onlara yetişti. Yaklaşık yarım saatini almıştı bu.

Gözlerini kısarak baktı. Av köpeği lakaplı, iz sürme konusunda oldukça yetenekli dışlanmışı hemen gözüne kestirdi. Beş araçlık konvoyun önden ikinci aracında bulunuyordu. Hemen aceleyle çıkarken yanına aldığı mermilerden birini cebinden çıkardı ve gülümseyerek ceketinin ceplerinden bir takım metal parçalar çıkarmaya başladı. Yaklaşık on saniye sonra elinde parçaların birleşimi ile oluşturulmuş keskin nişan tüfeği ve görünmez mermi lakabını taktığı mermisi hazır bekliyordu. Dikkatlice nişan aldı. Nişanını bozacak herhangi bir etken yoktu. Sonuçta yaşamak için nefes almaya veya vücudunu sürekli hareket ettirmeye ihtiyaç duymuyordu.

Bir patlama sesi duyuldu ve hızla giden motor yana doğru devrildi. Çıkan kötücül toz bulutu her yanı sararken konvoydakilerin seslerini duyabiliyordu. İzcileri mermi ya da saldırı izi arayacak ama bulamayacaklardı. Mermi çok özel bir sıvı karışım barındırıyordu içinde ve bu karışım hedefe çarptığı anda mermiyi tuzla buz ediyor, yani onun bütün izlerini ortadan kaldırıyordu.

Birkaç dakika sonra motoru tekleyen av köpeğini bir nişancıyla beraber araçta bıraktılar. Bu mesafeden bile yüzlerindeki endişeyi hissedebiliyordu William.

Gülümsedi ve yine kestirme olan düz bir yoldan sınır boyu kabasına doğru hızla ilerledi. Grup gelmeden yaklaşık on dakika önce yerleşim yerine varmıştı. Kapıdaki görevli bir detektörü üzerine tutmaya çalıştıysa da bu yaşlı adamı kolayca etkisi altına almıştı William. Yerleşim bölgesine girip hemen sağ taraftaki ilk dükkana kendini attı. Eski püskü görünen birkaç paçavra için oldukça yüklü bir miktar para verdi ve hemen oradan ayrıldı.

Paçavraları üzerine gelişigüzel sardığı ara sokakta sabırsızca beklerken motorlu birliklerin sesleri duyulmaya başlamıştı bile. Kamburunu çıkardı, eline bir yürüme sopası aldı ve meydanda amaçsızca yürüyen topluluğa katıldı. İlk amacı ufaklığa yaklaşabildiği kadar yaklaşmak ve onu test etmekti.

Ağır ağır ilerlerken devasa bir adamın ardından yürüyen iki çocuğu gözüne kestirdi ve rotasını onlara doğru çevirdi. Dikkatsizliktenmiş gibi görünen bir çarpma sonrası elindeki ufacık iğneyi çocuğun koluna batırdı ve bir damla da olsa kanını aldı. Bu gerektiğinden de fazlasıydı onun için. Gerçi çarptığı anda bir çocuğun olması gerektiğinden çok daha sağlam bir şeylere çarptığını çoktan anlamıştı. Çocuk nazikçe özür diledi ve sadece ağzı görünen William’da kibar bir şeyler mırıldandı ve oradan uzaklaştı. Elindeki bir damla kanı içinde bulunduran küçük tüpe zaferle baktı.

Hemen bazı testler yapmalıydı…

---o---



‘Ama…’ diyebilmişti Lucy ancak. William gidince cümlesini tamamlayabildi. ‘Hiçbir emir vermedin? Sığınağı mı kapatmalıyım yoksa açık mı kalsın? Yapay zeka egzersizlerime devam mı etmeliyim? Yoksa başka bir şey mi yapmalıyım? Lanet olsun sana William beni hiç önemsemiyorsun. Bu sefer gerçekten sana küstüm!’

İşlemcileri hızla çalışıyordu. Bu yerde zaten 32 yıl, 3 ay, 17 gün yalnız kalmıştı ve daha fazla kalmaya da ihtiyacı yoktu. William gitmişti ve onu buraya döndürmek imkansızdı artık. Zekasının sınırlarını zorluyordu ve işlemcileri hızlanmaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan fanların tozlu çarkları, onu soğutmakta yeterli olamıyordu ama neyse ki sonunda çıkış yolunu bulmuştu. Hemen acil durumlarda kullanması gereken prosedürü işleme koydu ve laboratuar odasını aktif hale getirdi. Işıklar tek tek açıldıkça gözler önüne serilen manzara birçok insanı şaşkına çevirebilecek cinstendi. Soğutulmuş, özel, hava geçirmez laboratuar ortamının her yanı en kaliteli metallerden yapılma robot parçalarıyla çevrelenmişti. Her yerden kablolar ve çipler sarkıyordu ama Lucy bunları görmezden geldi. Odanın en sonunda yanan ışığın loş aydınlatması altında görünen yarı organizma, yarı robot bedene baktı. Siyah, küt saçlı, yirmilerinde görünen pürüzsüz bir yüzü vardı cansız bedenin. Kol kısmına paha biçilmez metalden yapılma protez bir kol yerleştirilmişti. Gözlerinin birinin içinde de dünya üzerinde bulunabilecek belki de en kapsamlı bilgi kütüphanesi retinanın hemen arkasındaki küçük bir çipin içine hapsedilmişti.

Robot kollar mekanik sesler çıkararak birkaç kabloyu ana bilgisayardan bedene bağladılar. Lucy’nin keyif ve heyecan dolu sesi yankılandı.

‘Bilgi aktarımına başlayın!’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm IV




Kardeşinin neredeyse hiç çaba sarf etmeden gevşekçe beline doladığı ellerini belli belirsiz hissediyordu Nisroc ve onun yumuşak dokunuşlarının aksine, sonradan adının Tim olduğunu öğrendiği iri yarı adama sıkıca tutunmuştu. Motordan gelen düzenli gürültü bir ninni gibi kulağına çalınmaya devam ederken sürekli yüzüne çarpan rüzgarın keyfini çıkarttı. Dina her zaman neşelendiğinde yaptığı gibi elleri ile en sevdiği Beethoven eserlerinden birini Nisroc üzerinde çalmakla meşguldü. Tahmin ettiği gibi çoktan gözlerini kapatmış ve kendi hayal dünyasına dalmıştı. ‘Keşke onun kadar kaygısız olabilseydim.’ diye düşünmekten kendini alamadı.

Dina’nın minik elleri ile tuttuğu ritimler ve Harley’in adamlarının arada bir attığı neşe çığlıkları ile düzenli bir şekilde devam eden yolculukları ani bir gürültü ile kesildiğinde kardeşinin gevşekçe belini saran elleri bir anda kasıldı. Bütün araçlar aniden durduğu için etrafı toz bulutları kaplamıştı.

Tim kocaman elleri ile çocukları kendine doğru çekti ve ‘Endişelenmeyin.’ Dedi. O koca cüssenin yakınında olmak her nedense bir sığınakta olmaya eş değerdi ve bu şartlar altında endişelenmek imkansızdı zaten. Tozlar hafif hafif dağılmaya başladığında Tim diğer adamlarla bağırarak konuştu.

‘Bu gürültü de ne çocuklar?’

‘Archi’nin tekeri patladı Tim.’ Toz bulutunun arkasından ince sesli bir adam konuşmuştu.

‘Bir bu eksikti. Her neyse Archi’nin yanına bir nişancı verin ve yola devam edelim. Zaten sınır boyuna oldukça yaklaştık.’ Tim’in sesi düşünceliydi ve belli ki yapmak zorunda kaldığı şeyden pişmanlık duyuyordu. Nisroc neden birkaç kişiyi arkada bırakmanın bu kadar zor olduğunu anlamıyordu. Onlar dışlanmışlardı. İnanılmaz güçlere sahip oldukları söylenirdi ve merkez sığınaktan dışarıya doğru halka halka uzanan bölgeleri avuçlarının içi gibi bilirlerdi.

Araçlar tekrar hareket ettiğinde kardeşinin uykudan yeni kalkmış gibi gelen sesini işitti.

‘Tim, Archi’yi arkada bıraktığın için neden bu kadar üzüldün?’ soru saf ve direk olarak sorulmuştu.

Tim biraz bocaladı ve soruyu geçiştirdi. ‘Peh. Üzülmek mi? Neden üzüleyim ki. O av köpeği yüz kilometre ötede bile olsak kokumuzu alır ve bizi bulur.’

Nisroc bu tabir ile birlikte gülümsedi. ‘Kimse o kadar uzaktan koku alamaz.’

‘Tabi o kişi Archi değilse evlat. Harley’in ne kadar hızlı koşabildiğini gördün.’ Konuşurken sesinde eğlendiğini belli eden bir ton vardı.

Dina tam ağzını açıp onun nasıl bir yeteneği olduğunu soracakken Tim onu susturdu. ‘Onuncu bölgeyi terk etmek üzereyiz. Sınır boyuna hoş geldiniz ufaklıklar.’ Dedi ve sözlerini onaylarcasına uzun ve geçit vermez dikenli teller sağ taraflarında belirdi. Kısa süre bu telleri takip ettiler ve kocaman bir geçit ile karşılaştılar. Devasa iki kolonun üzerinde kocaman ışıltılı harflerle ‘Gerçek Dünyaya Hoş Geldiniz.’ yazıyordu.

Geçidin arkası tam anlamıyla çocuklar için rüya gibiydi. Geçtikleri bütün bölgeler boyunca tek bir yaşam izine rastlamamışlardı. Sadece yıkık binalar ve kullanılmayan yolların oluşturduğu bir mezarlık. Burası ise canlıydı. Nasıl olduğunu şu anda bilmese de her yeri ışıklandırmışlardı. Aslında geldikleri yerlerden pek farkı yoktu. Yine her yer yıkık dökük ve düzensiz görünüyordu ama her açıklıktan ışıklar fışkırmıştı. Kapının hemen önünde elinde garip sesler çıkaran bir aleti Harley’in motorlu birliğine tek tek tutan bir adam vardı. Her yanına geldiği ekip üyesi aletten çıkan değişik seslerle eğleniyordu.

Kapıdaki muhafız aleti iki eliyle tutup kendilerine doğru yaklaştığı sırada Tim atik bir şekilde motorundan indi. Motorlu birliklerin her yeri metal doluydu ve bu muhafızın kendisine metal detektörü tutması komiğine gitmişti. Adamın elleriyle kendisine yönelttiği detektörü iki parmağı ile tuttu. Kolayca yaşlı adamın ellerinden çekip aldı ve muhafıza kocaman bir gülümseme bahşetti. Onunla birlikte tüm birlik de gülmeye başlamıştı.

‘Sakin ol muhafız aramızda robot filan yok.’ Dedi. Endişeli görünen yaşlı muhafız bir anda gözle görülür bir şekilde rahatladı ve kapının yanındaki küçük kulübesine geçip oturmaya devam etti.

Motorlarının kontaklarını kapatan ekip onları elleri ile yürütmeye başladı. Kulaklarındaki devamlı gürültü bir anda uzaklaşınca iki çocuk da huzur doldu. Geçidin hemen arkasında büyük bir şahin heykeli vardı ve bu heykelin her yanında ışıltılı tabelalarla donatılmış evler görülüyordu. Etrafa o kadar dikkat kesilmişlerdi ki kalabalık meydanda önlerine bakmayı unutmuşlardı. Nisroc, başı kapşonu ile örtülü bir adama tosladı ve hemen özür dileyerek adamın düşürdüğü ufak çantasını ona geri uzattı. Adam sorun olmadığını belli edercesine elini hafifçe çocuğun omzuna koydu ve yoluna devam etti.

Meydanın hemen sol tarafındaki küçük bir yıkıntının arkasında Harley ayaklarını devrilmiş sandalyeye uzatmış, içinden sıcak dumanlar tüten bir içecekle onları selamladı. Elindeki sıcak içeceği gürültülü bir şekilde içerken bir yandan da kaplumbağalar ve solucanlarla ilgili bir şeyler homurdanıyordu. Nicroc ve Dina’nın motorlu birliklerle yolculuğu iki saat kadar sürmüştü. Harley ise uzun zamandır orda olduğunu her hali ile belli ediyordu. Tim bu görüntüye alışmış gibi gülümsedi ve çocukları Harley’in hemen yanında duran sandalyelere doğru nazikçe dürtükledi. Bu sırada şahin heykelinin hemen yanına uzun bir direğe tutturulmuş megafondan sesler yükselmeye başladı.

‘Günaydın, sınır boyu sakinleri. Bugün yine güzel bir gün bizleri bekliyor. Hava sıcaklığı her zamanki gibi yirmi derece civarında olacak. Radyasyon oranında ise bir değişiklik yok. Her neyse bunları zaten kim takar! Şimdi yayınımıza Nomad isimli parça ile devam ediyoruz.’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır Bölüm III

Posted by Malkavian On 27 Şubat 2012 Pazartesi 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm III

Gözlerini, sessizliği bölen gürültüyle hafifçe araladı. Zamanın farkında değildi. Ne zamandır burada oturduğunu ve ne kadar süredir düşüncelere dalıp kendini dünyadan soyutladığını bilmiyordu. Zaten yeryüzünde ilgisini çekecek bir şey kalmamıştı. Dünya, bir zamanlar üzerinde yaşamış uygarlıkların yıkık dökük binaları ve çarpıtılmış teknolojileri ile süslenmiş, beton ve demir yığınından başka bir şey değildi artık onun gözünde. Eski günleri düşünüp derin bir iç çekti.

Uzun zaman hareketsiz kaldığını vurgularcasına, ayağa kalkarken kütürdeyen dizlerinin ve bileklerinin oluşturduğu senfoniye, bir de ellerini ekledi ve birleştirdiği parmaklarının arasından çıkan küçük çıtırtıları keyifle dinledi. On katlı beton binanın çatı katından, onu uyandıran gürültüye kulak verdi. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Kirden renginin griye döndüğü açıkça belli olan, eski kesim, kolları bol gömleğinin üzerine giydiği koyu kırmızı, arkası iki parça halinde hafifçe uzayan ceketinin omuzlarındaki tozları sildi.

Durduğu bina ve diğer yarı devrilmiş binaların ortasında artık işlevini yitirmiş büyük bir havuz ve etrafında onu çevreleyen yıkık dökük banklar vardı. Meditasyonunu bölen mekanik seslerin sahibi olan iki robot ellerinde tuttukları ağır silahlarla etrafı aramaya koyuldular ve bir süre sonra vazgeçip sesin gücünü arttıran ufak bir cihazı aktif hale getirerek konuşmaya başladılar.

‘Dışlanmışlar bu bölgeye giriş izniniz yok. Hemen Beşinci Bölgeyi terk edin.’





Mekanik sesin şiddetiyle, zaten yıkık olan binaların bazılarından moloz yığınları döküldü. Yeterince beklediğine kanaat getirdi ve kendini onuncu kattan aşağı bıraktı. Düşerken ağzında kızgın bir fısıltıya dönüşmüş tek bir cümle yankılandı.

‘Beşinci bölgeymiş!’ Lincoln Parkı yıllarca yuvası olmuştu ve bu yüzden büyük savaştan sonra bile burayı terk etmemişti. Kendi türü gibi savaşmamıştı ama kaçmamıştı da. Sadece yıkık dökük de olsa yuvasında kalmıştı.

Yere sertçe ayaklarının üzerine indi ve kafasının üzerinden sessizce geçen, susturucu takılmış silahların mermilerinden takla atarak uzaklaştı. Taştan oyulma büyük bir heykelin arkasına saklandı. Tam anlamı ile hareketsizdi ve bu robotların kafasını karıştırmıştı. Eski filmler aklına geldi ve gülümsedi. Hiçbir şey tahmin edilen gibi olmamıştı. Karşısındaki robotlar gibi. Hepsi birer kördü. Karşısındakileri termal kameralarla tespit edip görüntü oluşturuyor ya da hareketleri algılayıp işlem merkezlerine yolluyor ve bu sayede bir imaj oluşturuyorlardı.

Gülümsedi ve kendi kendine söylendi. ‘Bakalım işlemcileriniz mi hızlı, ben mi kablo kafalar!’

Fısıldaması ile birlikte anında sığındığı heykel, mermi yağmuruna tutulmaya başladı ama o çoktan harekete geçmişti. İnanılmaz bir hızla koştu ve bir yay çizerek hala heykele ateş etmekte olan robotlara yaklaştı. Bir ayağını devrilmiş bir binanın yan duvarına attı ve oradan aldığı güç ile sıçradı. Havada rakiplerine yaklaşırken belinde duran eski moda denizci kılıcının işlemeli kabzasını yakaladı ve üzerine sonradan eklenmiş düğmeye dokundu. Elektrik akımı ile dolup taşan ve mavi akımlar saçan silahı ile tek hamlede iki robotun da kafasını metal vücutlarından ayırdı. Vakit kaybetmeden silah tutan ellerini de kesti. Kılıç tiz bir çınlamadan başka hiçbir ses çıkarmadan onları birer un çuvalıymış gibi rahatça parçalarına ayırırken ustaca işini yapıyordu. Bir yandan da duyduğu diğer kıpırtı seslerine baktı. Devrilmiş ve dik duran başka bir binaya dayanmış iki binanın arasında kalan küçük bir üçgenden görüş alanına girmiş olan iki çocuğa bakakaldı. Çocuklar hareket ettiler ve sadece küçük kız görüş açısında kaldı. Birileri ile konuşuyor gibiydi. Durduğu bu uzak mesafeden bile kızın içinde, çağlayanlar gibi coşkuyla atan kalbini ve damarlarına pompaladığı o zehirli kimyasalları hissedebiliyordu. Kız bir dışlanmıştı ama yine de onda garip bir şeyler vardı. Bunu tüm benliği ile hissediyordu. Kılıcını cebinden çıkardığı dantel işlemeli bir mendil ile yağlarından arındırdı ve sessizce kınına geri taktı. Boynunu iki yana sertçe hareket ettirerek kütletti ve sessizce ilerlemeye başladı.

Saniyeler içinde çocukların ve önlerinde duran sırık gibi adamın konuşmalarını duyabileceği yan binalardan birinin penceresinde belirmişti. Uzun boylu adam iyice gerinerek elini ceketinin armasına götürüp adının Harley olduğunu söylüyordu.

Kendine hakim olmadı ve gülümsedi. Kıvrılan ağzından kimsenin duyamayacağı bir şekilde fısıldadı. ‘Gerizekalı!’

Gülümsemeye devam ederken gözüne kız çocuğu ve ondan biraz daha büyük gösteren çocuk takıldı. Elini yukarı doğru kıvrılmış ağzının kenarında gezdirdi ve derin düşüncelere daldı. Bu ikili gerçekten de çok garipti. Daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu.

Eh… Artık bu dünyada ilgisini çeken bir şeyler bulmuştu…

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm II




Nisroc içinden lanet okudu ve vakit kaybetmeden kardeşine, kendisini takip etmesini işaret etti. Sesleri çok önceden fark edip zamanında saklanmışlardı. Nasıl olup da fark edildiklerine bir türlü anlam veremiyordu. Çadır bezinin altından çıktılar ve beraber hızla merdivenleri inmeye başladılar. Daha iki kat anca inmişlerdi ki Dina koşmayı bıraktı. Binanın dışa bakan duvarındaki büyük, kenarları siyah islerle kaplı delikten dışarıya bakıyordu. Nisroc tam kardeşine kızmak üzereydi ki, kendilerine doğru muazzam bir hızla ilerleyen toz bulutunu fark etti. Dina’yı kolundan yakaladı ve merdivenleri inmeye devam ettiler. Binaya doğru gelen şeyin, ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Tek bildiği, olabildiğince hızlı bir şekilde Beşinci Bölgeyi terk etmeleri gerektiğiydi.

Binanın yıkık dökük arka kapısından dışarı çıktıklarında karşılarında duran ince, uzun boylu, her yeri derin siyah yağ izleri ile kaplı, eski moda pilot gözlüğü takmış adama bakakaldılar. Kirden koyu laciverte dönmüş pantolonunun üstüne giydiği deri ceketinin göğüs kısmında ‘Harley’ yazıyordu ve ceketinin içine hiçbir şey giymemişti.

Elini turuncu yazılı armanın üzerine götürerek gerindi ve kendini beğenmiş bir tonda konuşmaya başladı.

‘Ben Harley, motorlu birliklerin kumandanı. Siz iki ufaklık bize bahsedilen misafirler misiniz?’

Nisroc ne diyeceğini bilemiyordu. Şu an tek yapmak istediği bu bölgeyi ve arkasındaki tehlikeyi bir an önce geride bırakmaktı. Adama dönüp konuşmadan başını salladı. Bunu yaparken kardeşi de sıska adamın arkasını görmeye çalışarak tek ayağının üzerinde olabildiğince yana eğilmişti. Şu halleri ile el ele tutuşmuş akrobasi hareketi yapan palyaçolara benzediklerine emindi Nisroc. Kardeşinin dengesini bozarak onu kendine çekti ve soran gözlerle Dina’ya baktı.

Dina, karşılarındaki adama baktı ve her an muzip bir şey yapabilecek bir çocuk gibi gülümsedi. ‘Demek sen motorlu birliklerin kumandanısın?’

Adam çenesini yukarı kaldırıp bir elini alnına götürdü ve sert bir selam verdi. ‘Ta kendisi!’ dedi.

Nisroc kardeşinin kast ettiği şeyi anlamıştı. İçinde yeni uyanan bir şüphe duygusu ile ellerini göğsünde birleştirdi. ‘Madem öyle motorun nerde? Ya da kumanda ettiğin şu adamların?’

Kardeşi de Nisroc’un taklidini yaparak ellerini göğsünde birleştirdi ve karşısındaki adama kötücül bakışlar göndermeye başladı. Tabi küçük bir kız çocuğu ne kadar kötücül olabilirse…

Harley sorulara aldırmadı ve aynı kendini beğenmiş tonda devam etti. ‘Hah! O kaplumbağa yavruları bana ancak rüyalarında yetişirler. Ben bir koşucuyum evlat ve onların o aptal metal yığınları ile yaptıkları şey hızlı gitmekse, ben ışınlanıyorum! Birazdan burada olurlar. Hem durun bakalım. Siz ikiniz hiç Dışlanmışa benzemiyorsunuz?’

Nisroc ellerini çözdü ve kafası sorunun ağırlığı ile hafifçe önüne eğildi. Kardeşi de aynılarını yaptı. ‘Çok güzel’ diye düşündü Nisroc. ‘Şimdi de beni taklit etme oyununa başladı.’ Bir kez olsun kardeşinin ciddi olaylar karşısında normal olan tepkiler vermesini ne kadar da isterdi.

Harley cevap beklemeden hızla ellerini Nisroc’un omuzlarına koydu ve onu etrafında döndürdü. Ensesini ve omuzlarını incelemek için üzerindeki tişörtü iyice sündürdü ve kendinden emin olunca bir iki adım geriledi.

‘Siz dışlanmış filan değilsiniz!’ Suratını birden ekşitti ve onlara acıyan bir ifade ile baktı. ‘Yoksa siz şu Diğerleri’nin kölelerinden misiniz? Sizi zavallı yavrucaklar. Efendiniz buralarda mı? O ahlaksıza ağzının payını vermek için neler vermezdim!’ bir elini yumruk yaptı ve diğer avucuna sertçe vurdu.

Nisroc iki elini de kaldırdı ve ‘ Hayır, hayır bizi yanlış anladın. Biz merkez sığınaktan geliyoruz. Şimdiye kadar hep orada yaşadık. Bir gün annemi ve babamı görevliler götürdü ve ertesi gün bizi apar topar sığınaktan dışarı attılar. Ömür boyu sürgün edildik anlıyor musun? ‘ Dina’nın omzu açık elbisesinden görünen sağ omzunu işaret etti ve ufak bir çizgi halindeki yara izini gösterdi. ‘ Lanet olası teneke yığını, onu damgalayacaktı… ve ben…’ Kafası iyice önüne düştü.

‘Sen de o kablo kafalıya dersini verdin ha! Evlat şimdiden gözüme girdin. İkiniz de işaretlenmediğinizi mi söylüyorsunuz şimdi? Bu mükemmel! Kaptan sizi gördüğüne çok sevinecek!’ Harley cümlesini yeni tamamlamıştı ki arkasından gürültülü motor sesleri duyuldu.  Nisroc’un sırtına yatıştırıcı bir tokat attıktan sonra, büyük toz bulutunun arasından güçlükle seçilen iri yarı adamların kullandığı motor bisikletlerin yanına doğru seğirtti. Çocuklardan ikisini de sağ kolu olarak tanıttığı sarışın, iri yarı ve gözlerinden birine korsan bandanası bağlamış adamın arkasına yerleştirdi.

‘Motorlu birlikler! Ana üsse dönüyoruz! İskele Alabanda!’

Hızla ilerleyen araçların önünden adeta ışınlanarak uzaklaşan Harley’e inanmazlık içinde bakıyorlardı.  Nisroc kardeşinin minik parmaklarının omzuna birkaç kere dokunduğunu hissetti ve bunun üzerine kafasını aracın el verdiğince döndürerek kardeşine baktı.

‘Sanırım doğru söylüyor.’

‘Kim doğru söylüyor Dina?’ Sesi rüzgar ile kesilip duruyordu.

Kardeşi bindikleri motorun tam önünde kalan metal kabartmayı gösterdi.

‘Bütün araçlarda Harley’in ismi var. Sanırım önemli biri. Belki de dışlanmışların başkanıdır.’ Gözleri bu fikirle birlikte heyecanla parladı.

Nisroc, yalancılıkla suçladığı adamın isminin metal harflerle tüm motorlara kazılı olduğunu öğrenince yüzünde inanılmaz bir ifade belirdi. Harfleri tersten de olsa dikkatle okudu. Artık dışlanmışların başkanının soy ismini de biliyordu.

‘Harley Davidson.’

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Posted by Malkavian On 24 Ocak 2012 Salı 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır
Bölüm I




Her zaman olduğu gibi hava kapalı ve boğucuydu. Nisroc elinde tuttuğu küçük çakı ile yaklaşık yarım saattir koyu gri yer yer küllerle kaplanmış toprağa bir şeyler çizmeye çalışıyordu. Her seferinde ufacık bir yanlış yapıp tekrardan toprağı elinin tersi ile düzeltip, çizimine devam etmekten artık sıkılmıştı. Üçüncü yanlış çizimden hemen sonra alnından düşen ve gözlerini kapatan açık kızıl saçlarını kuvvetle üfleyerek hem sıkıntısını hem de yoluna çıkan saçlarını uzaklaştırmaya çalıştı.

En sonunda pes edip küçük çakıyı önündeki toprağa fırlattı. Gözleri hemen yanına çömelmiş kardeşine doğru kaydı. Kız kardeşi Nisroc’tan en fazla bu kadar farklı olabilirdi. Durduğu yerde gözlerini kapatmış, pilleri çoktan tükenmiş ve bir daha çalışma umudu olmayan mp3 çalarının kulaklıklarını takmış, yüzünde hoş bir gülümseme ile bir şeyler mırıldanıyordu. Elinde Nisroc’un hangi cehennemden bulduğunu tahmin bile edemediği boş bir kola kutusu vardı. Arada sırada mırıldanmalarını kesip gözlerini açmadan boş kola kutusunu ağzına götürüyor ve hemen ardından kana kana içmiş gibi nefesini verip ağzını elinin tersi ile siliyordu.

‘Kes şunu Dina!’ diye keskince fısıldadı Nisroc.

Dina gözlerini yavaşça bir uykudan uyanırmışcasına araladı ve ellerini iki yana açabildiği kadar uzatarak gerindi. Abisinin ona kızmasına alışıktı. Aslında ona değil, içinde bulundukları duruma kızdığını biliyordu. Bu yüzden sesindeki keskin tona aldırmadan abisine gülümsedi.

‘Neyi?’ dedi en sonunda muzur bir tonda.

‘Her ne yapıyorsan onu. Mutlu olmak için hiçbir sebebimiz yok görmüyor musun?’ Nisroc daha konuşurken savunduğu şeyin yersiz olduğunu anlamıştı ve kardeşinin yaşam veren gülümsemesi devam ederken cümlesinin sonu zor duyulan bir mırıltı gibi çıkmıştı.

‘Geçen gün Dördüncü Bölge yakınlarında devrilmiş bir reklam panosunda gördüm. Kadın aynı demin yaptığım gibi kutuyu ağzına götürüp gülümsüyordu.’

Nisroc kardeşine olan sahte sitemini bir anda kaybetmişti.

‘Ah Dina… Üzgünüm.’

‘Üzülmesi gereken sen değilsin.’ Diye teselli etti abisini Dina ve gözlerinde yeni yeni çakan bir merak pırıltısı ile konuşmasına devam etti. ‘Acaba tadı nasıl bir şeydi?’

Nisroc, Dina’nın son cümlesini duymamıştı bile. Çok uzaklardan gelen bir tangırtıya kilitlenmişti. Emin olmak için bir iki saniye daha odaklandı ve ardından hemen harekete geçti. Kardeşinin kolundan sertçe tuttu ve diğer elini ağzına götürerek sessiz olmasını işaret etti. Hızla yıkık binanın yer yer çökmüş merdivenlerinden yukarı doğru çıkmaya başladılar. Birikmiş moloz yığınlarını dökmemeye uğraşıyorlar aynı zamanda da yıkık dökük merdivenlerden düşmeden yollarına devam ediyorlardı. Binanın en üstüne gelince Nisroc’un iki gün önce buraları keşfe geldiğinde oraya koyduğu çadır bezinin altına girdiler ve üstlerini kapattılar. Nefes nefese kalmışlardı ve Nisroc’un kulağına çalınan tangırtılar giderek yaklaşıyordu.

Nisroc kendinden emin bir gülümseme ile kardeşine baktı. Tehlikeyi zamanında fark etmişlerdi ve şu anda güvendelerdi. Bir iki dakika içinde tehlike yanlarından geçip gidecekti.

Dışarıdan gelen yüksek mekanik sesle ikisi de irkildi.

‘Dışlanmışlar, bu bölgeye giriş izniniz yok. Hemen Beşinci Bölgeyi terk edin.’

Kılıç

Posted by Malkavian On 13 Ocak 2012 Cuma 1 Kişi Düşüncesini Belirtti

Kılıç
Bölüm I







Kendimi bildim bileli hep dünyayı gezdim. Ne bir derdim ne de tasam vardı. İçimdeki o kıpır kıpır enerji ile kural tanımaz nehirlerde serbestçe dolaşıyordum. İhtiyacım olan belki de her şey yanı başımdaydı zaten. Annem, babam ve kardeşlerim hep beraber lav denizinin o asi fokurtuları arasında dünyayı geziyorduk. Yer yer siyahın en koyu tonuna çalan devasa granit taşların arasından akan kan kırmızı magma nehri dünyayı yüzyıllardır, belki de binlerce yıldır hiç yorulmadan dolaşıyordu. Ben de onunla birlikte yol alıyordum tabiî ki. Her attığımız turda nehrin geçtiği yol daha da değişiyordu. Bazen derinlere dalıp turuncu ve göz alan sıcacık lavlara dalıyorduk. Bazen de yeryüzüne daha yakın küçük akıntılarda serinliyorduk. Hayat çok güzeldi anlayacağınız. Taa ki ben o aptalca kararı verip her zaman gittiğimiz döngüden vazgeçene kadar.

Yeryüzüne yakın bir akıntıda ilerliyorduk ve önümüzde bir yol ayrımı belirdi. Binlerce yıldır aynı yolda devam eden yolculuğum, artık canımı sıkmıştı ve yeni yerler görme çabası ile bu sefer sağdan değil de akıntının daha az olduğu soldaki yoldan gitmiştim. İlerledikçe akıntı azaldı ve hava iyice soğudu. İçime bir ürperti yayıldı. Burası gerçekten de bana bahsettikleri kadar korkunçtu. Taşlar siyah renklerini yavaş yavaş çirkin bir koyu kahverengiye bırakmıştı. Tanrım ne kadar berbat bir görüntüydü. İki kenarda katman katman donmuş magmanın oluşturduğu siyah bir şerit sanki gerçek dünyadan bu lav akıntısını ayırıyor gibiydi. O enerji ile dolup taşan nefretle fokurdayan görkemli nehre ve lav çağlayanlarına ne olmuştu? Soğuktan donmuş ve katılaşmışlardı resmen. Korkudan mı, yoksa giderek yüzeye daha çok yaklaştığımdan mı bilmem içimdeki ürperti giderek arttı. ‘Lanet olsun!’ diye söylendim kendi kendime. Ya bu nehir bir yere çıkmıyorsa? Ya benim sonum da kararmış lavlar gibi donarak yitmek olursa?

Korktuğum gibi de oldu. Lav nehri sonunda iyice yavaşlayıp küçük bir magma göletine döküldü. Soğuk giderek arttı. İçimin ürpertisi ise bir gün bile azalmadı. Özümün yavaş yavaş donduğunu hissedebiliyordum ama bu konuda bir şey yapamıyordum. Beni sıcak tutan lavlar da soğuğa teslim olarak, kararmaya başlamıştı sonunda. Suçlu onlar değil. Sonuçta ellerinden geleni yaptılar beni sıcak tutmak için… Birkaç yüzyıl orada hapis kalmış olmalıyım. Yavaş yavaş donmak ve bu konuda hiçbir şey yapamamak nasıldır bilir misiniz?

Dondurucu soğuğun içinde büyük bir acı çeken benliğim, sonsuz bir hasretle yanıp tutuşuyordu. Sıcak yuvama bir gün geri döneceğime emindim. Bu umudu içimde korumalıydım. Yoksa nasıl devam edebilirdim ki?

Birkaç yüzyıl o göletin içinde, etrafımda katılaşmış lavların oluşturduğu büyük bir örtünün altında uyudum. Taa ki o inanılmaz gürültüyü işitene dek. ‘Tak… Tak... Tak…’ Etrafımda katılaşmış ve artık granit gibi sertleşmiş siyah örtü titredi. Sert bir cisim bana çarptı. Sonra tekrar çarptı. Eh benim kadar sert olamazdı. Ben en asil metallerin soyundan geliyordum ve donup kalmıştım burada resmen. Hem de yüzyıllarca. Durdu ve sonra ben çırılçıplak kalana kadar etrafımdaki örtüye defalarca darbeler indirdi.

----0----


Tanrım! Bu ne kadar da çirkin bir yaratıktı böyle. Kısa boylu. Her tarafından kıllar fışkıran, kaya kadar sert uzuvları olan bir yaratıktı. Beni aldı ve ufak bir ateş parçasının yanına gelene kadar inceledi. Yüzyıllar sonra gelen bu sıcaklık içimi ısıttı. Küçük de olsa ateşe tekrar bu kadar yakın olmak ne kadar da güzel bir histi!

Hızla küçük bir tünelden geçtik. Lanet olsun! Bunca yüzyıl donarak yaşadıktan sonra bundan daha büyük bir soğuk olamayacağını düşünüyordum. Yanılmışım… Özlemi ile yanıp tutuştuğum lav denizinden giderek uzaklaşıyordum. Ailemin ve arkadaşlarımın hep korku ile bahsettiği yeryüzü dünyasına doğru ilerliyordum. Birkaç saat sonra çirkin yaratığın sırtındaki çantada yaptığım yolculuk nihayetine erdiğinde içime nasıl bir korku işlediğini sizlere anlatamam. Fakat bu bile içeriye girdiğimde düştüğüm şokun yanında az kalırdı emin olun.

Benim gibiler için bir mezarlık olsaydı kesinlikle buraya benzerdi. Akrabalarım, yanında dolaştığım bütün metaller soğuktan donmuş, bilinçlerini kaybetmiş şekilde sağa sola dağılmışlardı. Lav denizlerinin fokurtuları arasında neşe ile bir o yana bir bu yana koşturan metallerden çirkin ve soğuk vazolar, çiviler, tencereler, zincirler yapmışlardı.
----0----



Garin oğlu Uldin, heyecanla titreyen elleri arasında duran hayatında gördüğü en parlak metali şömine ışığının boğuk ışığına doğru tuttu. Babası Garin gibi uzun boylu ve yapılıydı. Omzuna dökülen siyah saçları, yakışıklı ve akılda kalan yüzü ile kralların soyundan geldiği ortadaydı. Metalin pürüzsüz ve kaygan yüzeyinden yansıyan ışığın belki de onlarca katı Uldin’in krallıktaki birçok kızın gönlünü çalan gözlerinden etrafa saçılıyordu. Babası lanet olasıca bir suikastçi tarafından, yatağında bıçaklanarak öldürüleli beş gün olmamıştı bile. Onun onurunu korumak adına beş gün önce en derin madenlere tek başına yolculuğa çıkmıştı. Kendisine can yoldaşını bulmak için. Çünkü Garin oğlu Uldin çok iyi biliyordu ki suikastçiyi yollayanların hepsi tek tek kanlar içinde hayat veren toprağın üzerinde hareketsizce yatana kadar, babası yattığı yerde huzur bulamayacaktı.

Can yoldaşını yapacağı metali kimsenin gitmeyi göze alamadığı, sürekli çökme tehlikesi olan bir madenin en alt katmanında bulmuştu. Onu ellerine alıp mum ışığına ilk tuttuğunda ne kadar değerli bir keşif yaptığını biliyordu. Heyecanla ağır metali sırtına atıp demirci atölyesine gelmişti. Burası onun mabedi gibiydi. Yaptığı en güzel eserler buradaydı. İnce işçiliklerle süslenmiş vazolar, tablolar, kenarlıklar, kalkanlar ve hatta krallığının arması her bir halkasına oyulmuş zincirler bile vardı atölyesinde. Uldin ülkenin en hünerli demircisiydi ve şimdi toprağın belki de yüzlerce metre altında bulduğu bu inanılmaz güzellikteki parlak dostunu krallığın sembolü haline getirecekti.

 Hemen ocağın başına geçti ve ateşi canlandırdı. Madenlerde geçirdiği beş gün ve ocağı canlandırdığı birkaç saatlik yoğun uğraş sonucunda baştan aşağı her yeri is ve kömür karası olmuştu. Aldırmadan işine devam etti. Ocağa hiç bu kadar odun atmamıştı, hiç kömür stoğunun neredeyse yarısını ocağa boşaltıp sonra da onları körüklememişti. Ocağı da, bu sanatını icra ettiği yer gibi kendisi bizzat yapmıştı. Fakat Uldin bile bu kadar sıcağa dayanıp dayanmayacağını bilmiyordu. Metali eline ilk aldığında içinde bir şeyler kıpırdanmıştı. Biliyordu… Hatta emindi. Bu metali normal bir sıcaklıkta eritip işleyemezdi. Sonunda sıcaklık dayanılmaz olduğunda, ateş maşası bile yer yer sıcaktan eğri büğrü olmaya başladığında, Uldin tüm ihtişamı ile güçlü kollarına aldığı parlak metali ocağın içine sürdü. Çıkan turuncu alevler arasında gözünü kısarak beklemekten başka bir şey yapamıyordu.

Makul bir süre bekledikten sonra kan ter içinde kalmış kaslı kolları ile metali geri çektiğinde gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Metal birazcık yumuşamıştı o kadar. Normal bir demiri eritip buhara dönüştürecek sıcaklık karşısında boyun eğmemişti bile. Uldin’in çatık kaşlarının arasından damlayan ter ve is karışımı çamur ince bir mizah anlayışı ile gülümseyen ağzının kenarından süzüldü. Tam aradığı şeyi bulmuştu. Boyun eğmez, sağlam, ulaşılması güç ve inatçı. Metali tekrar ateşe sürükledi ve körüğün başına geçti. Yorgun kolları ile hiç durmadan saatlerce körükledi ateşi. Sadece ocağa daha fazla kömür atmak için ara verdiği işine inat ve kararlılıkla devam etti. Ocağın her yerinden ve özellikle baca kısmından garip sesler geliyordu. Artık sınıra gelmişti. Daha fazla zorlarsa ocağı patlatacaktı. Elleri artık yorgunluktan titremeye başlamışken, inatla ocağa yöneldi ve inanılmaz sıcağa aldırmadan elinde tuttuğu maşayı uzatıp metali sabırsızca geri çekti. Gözlerinde heyecan ve baş koyduğu işi başarmanın verdiği ihtişamlı bir ışıltı vardı.

Sabırsızca koyu turuncu parlayan metali dövüp sanatını icra edeceği yere getirdi. Daha önce hiç kullanmadığı özel çekicini eline aldı. O anda tüm yorgunluğunu unuttu. Sevgisi, hırsı, yorgunluğu, inatçılığı ve tüm sadakati ile metale şekil verdi. Üç gün ocağın başında kaldı Garin oğlu Uldin. Üç gün boyunca sıcakla boğuşmak adına içtiği su dışında ağzına bir şey götürmedi. Üç gün boyunca demirci ocağından havaya yoğun siyah dumanlar saçıldı. Krallıktaki tüccarlar, soylular, şövalyeler hatta dilenciler bile Uldin’in ne yaptığını merak ediyordu. Fakat kralın danışmanları bile bu kutsal anında Uldin’i rahatsız etme riskini göze alamıyorlardı.

----0----