FIRTINA TOPLANIYOR
THE GATHERING STORM
ROBERT JORDAN & BRANDON SANDERSON
ZAMAN ÇARKI SERİSİ
THE WHEEL OF TIME



Geçenlerde kayiprihtim bünyesinde başlatılan bir proje kapsamında Hazal hanım ile birlikte Zaman Çarkı serisinin son kitabı olan Fırtına Toplanıyor kitabının Türkçe'ye çevirisini gerçekleştirdik. Herkezle paylaşmaktan gurur duyarım. İyi okumalar.

Birinci Bölüm:
 
ÇELİKTEN GÖZYAŞLARI

Çevirenler:
Buğra Şenyüz (Malkavian)
Hazal Çamur

Editör:
Niran Elçi

İlk okuma:
Hakan Tunç

Son okuma- Sayfa tasarımı:
Ozancan Demirışık
www.kayiprihtim.org sitesinin katkıları ile yayınlanmıştır...

Birinci Bölüm:
 
ÇELİKTEN GÖZYAŞLARI

Zaman Çarkı döner ve çağlar gelip geçer, ardında söylenceye
dönüsen anılar bırakır. Söylenceler solup efsaneye döner;
efsanelerse, ortaya çıkmalarını sağlayan çağ geri geldiğinde çoktan
unutulmus olurlar. Üçüncü Çağ'da, bazılarınca Kehanetler Çağı
olarak bilinen çağda, Dünya ve Zaman dengede durduğunda,
Beyaz Kule olarak bilinen kaymaktasından yapılmıs kulenin
etrafında bir rüzgâr yükseldi... Rüzgâr bir baslangıç değildi. Zaman
çarkının dönüsünde ne baslangıçlar ne de sonlar vardır, ama yine
de bir baslangıçtı.

Rüzgâr, büyüleyici kulenin etrafında kıvrılıyor; mükemmel bir
sekilde yerlestirilmis tasları yalayıp, görkemli bayrakları
dalgalandırıyordu. Yapı hem zarif hem de güçlüydü; üç bin yıldır
içinde oturanlar için belki de bir metafordu. Üzerinden bakanların
çok azı Kulenin özünün/yüreğinin parçalanmıs ve bozulmus
olduğunu tahmin edebilirdi.

Rüzgâr, isleyen bir baskentten çok bir sanat eserine benzeyen
sehrin üzerinden esti. Bütün yapılar, en basit dükkân önlerindeki
granitler bile titiz Ogier ellerince hayret ve güzellik uyandırmak
üzere islenmisti. Burada, doğan günesi andıran bir kubbe. Orada,
bir kulenin tepesinden çıkan ve zirveye geldiğinde çarpısan iki
dalgayı andıran sular. Parke tasları döseli bir sokakta, genç kız
biçimi verilmis bir çift üç katlı bina karsı karsıya duruyordu. Yarı
mesken yarı heykeli andıran bu yapılar, saçları arkalarında sanki her
bir teli rüzgârla dalgalanıyormus gibi canlı ve zarifçe oyulmus,
birbirlerini sanki selamlarcasına ellerini birbirlerine uzatmıslardı.
Sokakların kendisi daha az ihtisamlıydı. Onlar da Beyaz
Kule’den etrafa yayılan günes ısınları gibi özenle yerlestirilmisti.
Yine de o ısık, kusatma süresince yasanan sıkısıklığın sebep olduğu
çöpler ve dağınıklık nedeniyle kararmıstı ve belki de bu
bakımsızlığın tek sebebi dısarıdaki kalabalık değildi. Tastan levhalar
ve tenteler uzun zamandır temizlenmemis ve cilalanmamıs gibi
görünüyordu. Sinekleri ve fareleri üstüne çeken ve diğer herkesi
kendinden uzaklastıran çöpler, atıldıkları yollarda yığıntılar
olusturmustu. Tehlikeli kabadayılar sokak köselerinde aylaklık
ediyorlardı. Eskiden asla cesaret edemedikleri bir sey; özellikle de
bu kibirle.

Beyaz Kule yani kanun neredeydi? Aptal gençler, sehrin
basına gelenlerin sadece kusatmanın suçu olduğunu ve
ayaklanmalar bastırılınca her seyin yoluna gireceğini söylüyorlardı.
Daha yaslı olanlar ise yılların kırlastırdığı kafalarını sallayıp, yirmi yıl
önce Aieller Tar Valon’u kusattığında bile islerin hiç bu kadar kötü
olmadığını mırıldanıyorlardı.

Tüccarlar, yaslıları da gençleri de umursamıyordu. Onların
kendi sorunları vardı; ırmak yoluyla sehre giris çıkısın yapıldığı
Güney Limanı’nda ticaret durma noktasına gelmisti. Kırmızı sal
takmıs Aes Sedai’nin gözleri önünde genis göğüslü isçiler, kadının
Tek Güç kullanarak zayıflattığı tasları zahmetle kırıp uzağa
tasıyorlardı.

İsçilerin gömlekleri kollarından kıvrılmıstı ve kadim taslara
çekiçleriyle vururlarken koyu, kıllı kolları meydana çıkıyordu. İsçiler,
sehri nehirdeki yoldan ayıran zincirlere vurdukça taslar büyük
kayalara ya da kazdıkça yaklastıkları suya dökülüyordu. Bu zincirin
yarısı simdi, bazılarınca yürek tası da denilen, yok edilemez
cuendillardandı. Onu bağlarından kurtarmak ve sehre geçisi
sağlamak yorucu bir isti. Limanın tas isçiliği gücün kendisiyle
islendiği için muhtesem ve sağlamdı. Bu yorucu is isyankârlar ile
Kuleyi ellerinde bulunduran Aes Sedai’ler arasında sürüp giden
soğuk savasın sonuçlarından yalnızca biriydi.

Rüzgâr, aylak hamalların tası yontarak suyun üzerinde
yüzecek gri-beyaz toz zerreleri fırlatan isçileri izlediği rıhtımlarda
esti. Hisleri güçlü olanlar -ya da çok az olanlar- bu isaretlerin
sadece tek bir seyin habercisi olduğunu fısıldadılar. Tarmon
Gai’don, son savas, kısa süre sonra kapılarında olacaktı.
Rüzgâr, limanlardan dans ederek uzaklastı ve Parıldayan
Duvarlar olarak bilinen yükseltilerin üstünden astı. En azından
burada, ellerinde okları dikkat kesilmis ve düzgünce sıralanmıs Kule
Korumaları bulunabiliyordu. Tehlikeli bir sekilde hazır, yılanlar gibi
bekleyen temiz tıraslı okçular, kırısıklıktan ve yıpranmadan yoksun
kolsuz kısa paltolarını giymis halde barikatlarını gözlüyorlardı. Bu
askerler onlar görevdeyken Tar Valon’un düsmesine izin vermeye
niyetli değillerdi. Tar Valon simdiye kadar bütün düsmanlarını
defetmisti. Trolloclar duvarlarını geçmis fakat sehrin içinde bozguna
uğratılmıstı. Arthur Sahinkanadı, Tar Valon’u ele geçirmekte
basarısız olmustu. Aiel Savasları sırasında toprakları yakıp yıkan
kana susamıs Aieller bile sehri asla ele geçirememisti. Birçokları
bunu büyük bir zafer ilan etmisti. Diğerleri ise eğer Aieller
gerçekten sehrin içine girmeye niyetleri olsaydı ne olurdu diye
düsünmekten kendilerini alamıyorlardı.

Rüzgâr, Erinin nehrinin batı çatalının üstünden geçip, Tar
Valon’u arkada bıraktı. Düsmanları üzerinden geçmeleri ya da

ölmeleri için kıskırtarak sağa doğru yükselen Alindear köprüsünü
astı. Köprüyü geçince, Tar Valon’un yanındaki birçok köyden biri
olan Alindear’a doğru kaydı. Bu köy, aileler köprüyü asıp sehre
sığınmak için kaçtıklarından dolayı nüfusu en çok azalan köydü.
Düsman ordusu uyarmaksızın sanki bir fırtınayla gelmis gibi birden
ortaya çıkmıstı. Çok azı nedenini merak etmisti. Bu asi ordusu Aes
Sedailer tarafından yönetiliyordu ve Beyaz Kule’nin gölgelerinde
yasayanlar Aes Sedailer’in ne yapıp ne yapamayacağı konusunda
nadiren iddiaya girerdi.

Asilerin ordusu dengeli ama kararsızdı. Aes Sedailer’in küçük
kampının etrafında halka seklinde dizilmis elli bin civarında asker
vardı. İç kampla dıs kamp arasında oldukça az bir mesafe vardı ve
bu mesafenin içinde özellikle saidin’i bükebilen erkekler
yerlestirilmisti.

İnsan asilerin bu kampta kalıcı olduğunu düsünecekti
neredeyse. Günlük çalısmaları onlara genel bir canlılık katıyordu.
Beyaz kıyafetli, çömez giysili ve bu renklere yakın kıyafetleri olan
insanlar etrafta telasla kosusturuyordu. Yakından bakan biri
çoğunun genç olmaktan çok uzak olduğunu fark ederdi. Bazıları
çoktan olgunluk çağına ulasmıstı, fakat onlara ‘çocuklar’ deniyordu.
Dingin yüzlü Aes Sedailer’in gözetimi altında elbiseleri yıkayıp,
halıları dövüp, çadırları fırçaladıkları için itaatkâr görünüyorlardı.

Aes Sedailer’in, nadiren de olsa, Beyaz Kulenin çivi gibi
görünümüne bakarken rahatsız ve tedirgin göründüklerini düsünen
yanılırdı. Aes Sedailer duruma hâkimdi. Her zaman. Unutulmaz bir
yenilgi aldıklarında bile: Asi ordunun Amyrlin Makamı olan Egwene
al’Vere yakalanmıs ve Beyaz Kule’ye hapsedilmisti.

Rüzgâr birkaç elbiseyi havalandırdı, bazı çamasırları asıldıkları
yerden düsürdü ve aceleyle batıya doğru yol aldı. Batıda
Ejderdağı’nın dağılmıs ve puslu zirvesini geçti. Kara Tepelerin
üstünden Caralain Otlağı’nı süpürerek yoluna devam etti. Burada
avuç dolusu korunmus kar, Karaorman Dağı’nın sarp çıkıntılarının
ardında kalan gölgelere sıkı sıkıya sarılmıstı. Baharın gelmesine pek
az kalmıstı. Kısın dökülen yaprakların arasından yeni bitkilerin
topraktan fıskırmasının ve yeni tomurcukların kısa dallı söğütlerin
üstünde filizlenmesinin vakti geldi de geçiyordu.

Aslında bunlardan çok azı meydana gelmisti. Topraklar, sanki
nefesini tutmus bir seyleri bekler gibi, hâlâ uykudaydı. Geçen sene
yasanan olağanüstü sıcak güz kısa kadar sarkmıs ve toprakları en
kuvvetli bitkiler dısında uykuda bırakmıstı. Kıs sonunda geldiğinde
ise buz fırtınaları, kar ve kolay kolay geçmeyen öldürücü soğukları
beraberinde getirmisti. Simdi soğuk nihayet geri çekildiği için dört
bir yana dağılmıs çiftçiler umutla bekliyorlardı, ama nafile…

Rüzgâr, kahverengi kıstan kalma çimleri yalayıp hâlâ
yapraksız duran ağaçları salladı. Arad Doman diye bilinen -
yükseltilerle ve kısa tepelerle taçlanmıs- topraklara ulasana kadar
batıya ilerledi. Bir seyler aniden rüzgâra çarptı. Kuzeydeki
karanlıktan yayılan, görünmeyen bir seyler. Normal hava akımlarına
karsı gelen bir seyler. Rüzgâr, onun tarafından hazmedildi ve
dönerek güneye doğru yol almaya basladı. Alçak tepeleri ve
kahverengi dağ eteklerini geçerek Arad Doman’ın doğusundaki
çamlık tepelerde yalnız duran kütük malikâneye doğru esti. Rüzgâr
evin tentelerini ve çam ağaçlarının iğnelerini sallayarak geçti.
Rand al’Thor, Yenidendoğan Ejder, elleri arkasında, evin açık
penceresinde duruyordu. Hâlâ onları elleri olarak düsünüyordu ama
çok iyi bildiği gibi sadece bir tanesi kalmıstı. Sol kolu güdük
bitiyordu. Rand, saidar’la iyilestirilmis pürüzsüz deriyi iyi olan eliyle
hissedebiliyordu. Dokunduğunda, öbür elinin orda olması
gerektiğini hissediyordu hâlâ.

Çeliktenim, diye düsündü. Ben çeliktenim. Bu düzeltilemez ve
bu yüzden yoluma devam etmeliyim.

Domani zenginliğiyle taçlandırılmıs, kalın sedir ve çam
kerestelerinden yapılmıs bina, rüzgârla inledi. Rüzgârın bugünlerde
bozuk et kokusu tasıdığı oluyordu. Et hiçbir belirti olmaksızın
bozulmaktaydı; hatta bazen kesimden hemen sonra. Karanlık Varlık’ın dokunusu gün geçtikçe daha da büyüyordu. Ne kurutmak
ne de tuzlamak bir ise yarıyordu. Ne zaman Tek Gücün erkekler
tarafından kullanılan tarafı olan saidindeki yağımsı ve mide
bulandırıcı leke kadar bunaltıcı olacaktı?

İçinde bulunduğu oda genis ve uzundu, kalın kütükler
dısarıdaki duvarı olusturuyordu. Diğer duvarları ise -hâlâ reçine ve
cila kokan- çam ağacından yapılmıs olanlar olusturmaktaydı. Oda
birkaç parça mobilyayla dösenmisti: Yerde bir post halı, ocağın
üstünde çaprazlanmıs bir çift eski kılıç, yer yer kabuğu üzerinde
kalmıs tahtalardan yapılmıs mobilyalar. Tüm mekân, bunun insanı
büyük sehirlerin kosusturmacısından uzaklastıran pastoral bir ev
olduğunu ifade edecek biçimde dekore edilmisti. Bir kulübe de
değildi elbette – bunun için oldukça büyüktü ve savurganlıkla
dösenmisti. Bir inziva yeriydi.

“Rand?” dedi yumusak bir ses.
Dönmedi ama Min’in parmaklarının omzuna dokunduğunu
hissedebiliyordu. Bir süre sonra kızın kolları, beline doğru indi ve
kızın basını kolunda hissetti. Onun ilgisi, paylastıkları bağdaydı
sanki.

Çelik, diye düsündü.
“Hoslanmadığını biliyorum–” diye basladı Min.
“Dallar,” dedi basını pencereden dısarıya sallayarak. “Su
çamları görüyor musun, Bashere’nin kampının oradakileri?”
“Evet Rand. Ama–”
“Yanlıs yöne esiyorlar,” dedi Rand.

Min tereddüt etti; buna rağmen fiziksel bir tepki vermedi.
Bağ Rand’i alarm konumuna getirmisti. Pencereleri malikânenin üst
katındaydı ve dısarıda, kampın üzerine kurulmus sancaklar
kendilerine karsı dalgalanıyorlardı: Isık Sancağı ve Rand için Ejder
Sancağı, Bashere Evi’ni temsil etmek için ise daha küçük mavi bir
bayrak üç kırmızı kralfoyası tomurcuğunu resmetmisti. Üçü de
gururla onlara doğru estiler, çam ağaçlarının üzerindeki iğneler ise
tam ters yöne.

“Karanlık Varlık harekete geçti Min,” dedi Rand. Sebebiyet
verdiği olayları düsününce, bu rüzgârların kendi ta’veren doğasının
bir sonucu sayılabileceğini düsünmüstü. Aynı anda iki farklı yöne
esen tek bir rüzgâr... Çamların üstündeki küçük iğneleri tam olarak
seçemese de, bu ağaçların hareketinde bir yanlıslık olduğunu
seziyordu. Görüs gücü, elini kaybettiği saldırıdan bu yana aynı
kalmamıstı. Sanki… Sanki bir suyun içindeki çarpık bir seye bakar
gibiydi, ama yavas yavas, iyilesiyordu.

Bina, Rand’in son birkaç haftadır kullandığı uzun sıra
halindeki malikânelerden, evlerden ve diğer saklanma yerlerinden biriydi. Semirhage’le basarısız geçen bulusmadan sonra, sürekli
yerini değistirmek istemisti. En azından düsünecek, tartacak ve
kendisini takip eden düsmanların aklını karıstıracak kadar zaman
kazanmayı umuyordu. Lord Algarin’in Tear’daki malikânesinde
kalmak için sahipleriyle anlasılmıstı, ne yazık. Kalacak iyi bir yerdi,
ama Rand hareket etmek zorundaydı.

Asağıda, Bashere’in Saldaeanları malikânenin çayırında bir
kamp kurmuslardı -çayırın açık kısmı köknar ve çam ağaçlarıyla
sarılmıstı. Bugünlerde oraya çayır demek biraz ironik olurdu.
Ordunun gelisinden önce bile bir çayır sayılmazdı – parça parça
duran kahverengi kıs çimleri sadece birkaç aceleci bitki tarafından
bozulmustu. Simdi botlar ve güçlü at toynaklarıyla dövülen bu
bitkiler zaten sarı ve hastalıklıydı.

Çayır, çadırlarla kaplanmıstı. Rand’in ikinci katta durduğu
yerden, düzenli bir sekilde sıralanmıs çadırlar, oyun tahtasının
üzerindeki kare tasları andırıyordu. Askerler de rüzgârı fark etmisti.
Bazıları isaret etti, bazıları zırhlarını parlatarak, kılıçlarını ve mızrak
uçlarını keskinlestirerek, at sıralarına kovalarla su tasıyarak baslarını
yere eğdi. En azından yine ölüler yürümüyordu. En sağlam yürekli
erkekler bile ruhların mezarlardan kalktığını görünce inançlarını
yitirirdi. Ve Rand’in ordusunun güçlü olmasına ihtiyacı vardı.

İhtiyaç artık Rand’in arzuladığı ya da dilediği bir sey değildi.
Tüm yaptıkları ihtiyaca odaklanmıstı ve ihtiyaç duyduğu sey, onu
takip edecek kisilerin hayatlarıydı. Savasacak ve ölecek, dünyayı Son
Savas’a hazırlayacak askerlere. Tarmon Gai’don geliyordu. Su anda
Rand’in tek istediği onların kazanacak kadar güce sahip olmasıydı.
Malikâne yesilliğin soluna doğru mütevazı bir tepenin esiğine
kurulmustu. Bu yesillik, mese ağacının baharda yeni açmıs
tomurcuklarını yalayan, kıvrıla kıvrıla akan bir dere tarafından
kesiliyordu. Açıkçası küçük bir suyoluydu ama ordunun temiz su
ihtiyacını karsılamak için yeterliydi.

Pencerenin hemen dısında, rüzgârlar aniden kendilerini
göstermisti. Bayraklar diğer yöne doğru dönerek sertçe dalgalandı.
Sonuçta anlasılıyordu ki ters yöne sallanan çam ağacının iğneleri
değil bayraklardı. Min hafifçe içini çekti ve Rand kendisi için
endiselenmesine rağmen kadının rahatladığını hissetti. Bu son
zamanlarda sürekli hissettiği bir duyguydu. Aklına girmesine izin
verdiği üç kadının hepsini ve oraya zorla kendini sokan bir kadını
hissedebiliyordu. Birisi yaklasıyordu. Aviendha, Rhuarc ile birlikte
Rand’la bulusmak için ona doğru geliyordu.

Dört kadının her biri ona bağlanmayı reddedebilirdi. En
azından onu seven üçüne bu kararı reddetmelerine izin vermek
isterdi, ama gerçeği söylemek gerekirse Min’in gücüne ve sevgisine ihtiyacı vardı. Onu da diğer birçok kisiyi kullandığı gibi kullanacaktı.
Hayır, içinde pismanlığa yer yoktu. Sadece suçluluğu kolayca yok
edebilmeyi diliyordu.

Ilyena! dedi bir ses Rand’in kafasında. Askım... Lews Therin
Telamon, Kardeskatili, bugün nispeten sessizdi. Rand elini
kaybettiği gün Semirhage’in dediklerini düsünmemeye çalıstı. Kadın
Terkedilmislerden biriydi; eğer hedefinin acı çekeceğini düsünürse
her seyi söyleyebilirdi.

Kendini kanıtlamak için bütün bir sehre iskence etti, Lews
Therin fısıldadı. Bin kisiyi bin farklı yolla sırf birbirlerinden ne kadar
farklı çığlık atacaklarını görmek için öldürdü. Yine de nadiren yalan
söyler. Nadiren.
Rand kafasındaki sesi uzaklastırdı.

“Rand,” dedi Min geçen seferkinden daha yumusak bir sesle.
Kıza bakmak için döndü. Kıvrak, ince ve kısa yapılıydı ve bu
yüzden sürekli onun yanında kule gibi durduğunu hissediyordu.
Üzgün ve derin gözleri kadar siyah olmayan kısa, bukleli saçları
vardı. Her zaman bir ceket ve pantolon giyerdi. Bugün daha çok
dısarıdaki çamların iğnelerine benzeyen koyu yesil renkleri tercih
etmisti, ama seçtiği tarza aykırı bir biçimde, kıyafeti üzerine tam
oturacak sekilde diktirmisti. Kol mansetlerinde gümüs çançiçeği islemeli sekiller ve kollarında danteller vardı. Belki de daha yeni
aldığı sabundan dolayı lavanta kokuyordu.
Üzerini dantelle süsleyecekse neden pantolon giyiyordu ki?
Rand kadınları anlamaya çalısmaktan uzun süre önce vazgeçmisti.
Onları anlamak onu Shayol Ghul’a ulastırmayacaktı. Ayrıca, kadınları
kullanabilmek için onları anlamaya da gerek yoktu. Özellikle de
ihtiyacı olduğu bilgilere sahiplerse.

Dislerini gıcırdattı. Hayır, diye düsündü. Hayır, geçmeyeceğim
çizgiler var. Benim bile yapmayacağım bazı seyler var.
“Yine onu düsünüyorsun,” dedi Min neredeyse suçlar bir
tonda.

Yalnızca tek bir yöne doğru çalısan bir bağ olup olmadığını
sıklıkla merak ediyordu. Onlardan biri çoktan kendisine verilmis
olmalıydı.

“Rand, o Terkedilmislerden biri,” diye devam etti Min. “Hiç
düsünmeden hepimizi öldürürdü.”
“Beni öldürmeyi düsünmüyordu,” dedi Rand sakince, tekrar
arkasını dönmüs ve pencereden dısarıya bakmaya baslamıstı. “Beni
elinde tutardı.”

Min acı ve endiseyle sindi. Kız, Semirhage’in Dokuz ayın
kızının kılığına girerek getirdiği çarpıtılmıs erkek a’dam’ını
düsünüyordu. Terkedilmis’in kamuflajı, Cadsuane’nin ter’angreal’i tarafından bozulmustu. Rand’e ya da en azından Lews Therin’e,
Semirhage’i tanıması için fırsat vermisti.

Takas, Rand’in bir elini kaybetmesi karsılığında
Terkedilmislerden birini tutsak olarak almasıyla sona ermisti. En son
buna benzer bir duruma düstüğünde, sonu hiç de iyi olmamıstı.
Hâlâ Asemodean denen o sinsinin nereye gittiğini ya da neden
kaçtığını anlamamıstı, ama Rand adamın planlarını ve hareketlerini
ihbar ettiğini tahmin ediyordu.

O öldürülmeliydi. Hepsi öldürülmeliydi.
Rand basını salladı, sonra durdu. Bu Lews Therin’in düsüncesi
miydi yoksa kendisininki mi? Lews Therin, diye düsündü Rand.
Orada mısın? Kahkahayı duyduğunu düsündü. Belki de bir hıçkırıktı.
Kavrulasıca! diye düsündü Rand. Konus benimle! Zaman
yaklasıyor. Bildiklerini bilmem gerek! Karanlık Varlığın hapishanesini
nasıl mühürledin? Yanlıs giden neydi ve o neden hapishaneden
kaçtı? Konus benimle!

Evet, bu kesinlikle hıçkırıktı, kahkaha değil. Söz konusu Lews
Therin olunca bazen hangisi olduğunu anlamak zor oluyordu.
Semirhage’in söylediği gibi ölü adamı kendisinden ayrı bir birey
olarak düsünmeye devam etti. Saidin’i temizlemisti! Leke gitmisti ve
artık aklına dokunamayacaktı. Delirmeyecekti.

Bıraktığı kalıcı delilik mirası belki de tersine çevrilebilirdi…
Kızın diğerlerinin duyması için söylediği sözleri duydu. Sonunda
sırrı ortaya çıkmıstı. Min görülerinde, Rand’i ve öteki adamı birlesik
görmüstü. Bunun anlamı onun ve Lews Therin’in iki ayrı insan
olduğu değil miydi? Aynı bedende zorla birlestirilmis iki farklı
birey?

Sesinin gerçek olup olmaması hiç fark etmez, demisti
Semirhage. Aslında, bu onun durumunu daha da kötülestirir…
Rand, altı askerden olusan özel bir grubun çimenlerin sağ
tarafı boyunca uzanan atların olusturduğu hattı denetlemelerini
izledi; çadırların olduğu son hattın arkasındaki ve ağaçların
yolunun. Toynakları teker teker kontrol ettiler.
Rand kendi deliliği hakkında düsünemiyordu. Aynı zamanda,
Cadsuane’in Semirhage’le ne yaptığını da düsünemiyordu. Geriye
sadece kendi planları kalıyordu. Kuzey ve doğu bir olmalıydı. Batı
ve güney bir olmalıydı. Bu ikisi bir olmalıydı. Kırmızı tastan giristeki
yaratıktan aldığı cevap buydu. İlerlemesi gerek, her sey bundan
ibaretti.

Kuzey ve doğu. Ülkeleri barıs için baskı yapmak zorundaydı,
onlar istese de istemese de. Doğuda hassas bir dengeye sahipti;
İllian, Mayene, Cairhien ve Tear… Hepsi öyle ya da böyle onun
kontrolü altındaydı. Seanchan güneyde yönetiliyordu: Altara, Amadicia ve Tarabon onların kontrolündeydi. Murandy yakında
onların olacaktı, eğer bu yolda baskı yapmaya devam ederlerse.
Geriye Andor ve Elayne kalıyordu.
Elayne. O uzaktaydı, doğunun ötesinde, ama Rand onun
demet halindeki duygularını hâlâ zihninde hissedebiliyordu. Bu
kadar mesafeden daha fazlasını söylemek zordu, ama ona göre
Elayne… Rahatlamıstı. Bunun anlamı, Andor’da güç için verdiği
savasın iyiye gittiği olabilir miydi? Ordulardan hangileri onu
kusatmıstı? Ve su Sınırboylular neyin pesindeydi? Görev yerlerini
terk etmis, bir araya gelmis ve topluca güneye yürüyerek Rand’i
bulmuslardı; ancak ondan ne istediklerine dair hiçbir açıklama
yapmamıslardı. Onlar, batıdaki Dünya’nın Omurgası’nın en iyi
askerlerinden bazılarıydı. Yaptıkları yardım Son Savas’ta çok
kıymetli olacaktı. Ama kuzey topraklarını terk etmislerdi. Neden?
Ama yeni bir savasa yol açacağı korkusuyla, onlarla
yüzlesmekten kaçınıyordu. Isık! Gölge’ye karsı savasında en çok
Sınırboyluların desteğine güvenebileceğini sanıyordu o da.
Su an için hiç fark etmezdi. Barısa, ya da ona yakın bir seye,
birçok ülkede sahipti. Tear’daki bastırılan isyanı, istikrarsız Seanchan
sınırlarını ya da Cairhien’deki soyluların entrikalarını düsünmemeye
çalıstı. Ne zaman belli bir ulusu güvenceye aldığını sansa, bir düzine baskası darmadağın oluyordu. Barıs istemeyen insanlara nasıl barıs
getirecekti?

Min’in parmakları kolunu sıkınca, derin bir nefes aldı Rand.
Elinden geleni yapmıstı ve su an için iki hedefi vardı: Arad
Doman’da barıs ve Seanchan’la ateskes. Kapıdan almıs olduğu
sözler artık netti: Seanchan ve Karanlık Varlık’ın ikisiyle aynı anda
savasamazdı. Son Savas bitene kadar Seanchanların ilerlemesini
engellemeliydi. Ancak bundan sonra, Isık hepsini yakabilirdi.
Seanchanlar neden görüsme talebini reddetmisti ki?
Semirhage’i yakaladığı için ona kızgın mıydılar? Sul’dam’ı serbest
bırakmıstı: Bu, onun iyi niyetini göstermiyor muydu? Arad Doman
niyetini kanıtlayacaktı. Eğer Almoth Ovası’ndaki çatısmayı
bitirebilirse, Seanchan’a barıs için olan davasında ne kadar ciddi
olduğunu gösterebilecekti.

Rand, camdan dısarıyı kesfederek, derin bir nefes aldı.
Bashere’in sekiz bin askeri sivri çadırları kuruyor ve yesilliğin
etrafına topraktan bir hendek ve duvar kazıyordu. Yükselen
siperlerin koyu kahverengi hali beyaz çadırlarla zıtlık olusturuyordu.
Rand, Asha’man’a kazmaya yardım etmelerini emretti; bu mütevazı
isten keyif aldıklarından kuskulu olsa da, islemi büyük bir hızla
ilerletiyordu. Ayrıca, Rand onların -tıpkı onun gibi- gizlice saidinin
zevkini çıkarmak için nedenleri olduğundan süphelenmekteydi.

Küçük bir grubun sert, siyah ceketleri içinde, baska bir toprak
parçasını kazarken etraflarında dönen dalgaları görebiliyordu.
Kampta onlardan on tane vardı; gerçi sadece Flinn, Naeff ve
Narishma tam Asha’man’dı.

Saldaeanlılar hızlı çalısıyordu; kısa ceketleri içinde atlarıyla
ilgileniyor, at bağlayacakları halatları çekiyorlardı. Diğerleri
Asha’manların yığdığı çamuru kürek kürek alıyor, bunları siperlere
istifliyorlardı. Rand, atmaca burunlu birçok Saldaeanlı’nın yüzündeki
hosnutsuzluğu görebiliyordu. Ormanlık bir alanda kamp kurmaktan
hoslanmamıslardı; seyrek çamlarla beneklenmis bir yamaçta olsa
bile. Ağaçlar süvarilerin hücumunu zorlastırıyordu ve düsmanın
yaklasırken saklanmasını sağlayabilirdi.

Davram Bashere gür bıyıklarının arasından emirler savurarak
yavasça kampa geldi. Yanında Lord Tellaen yürüyordu: Cüsseli,
uzun ceketli, ince, Domani bıyıklı bir adamdı. Bashere’in bir
ahbabıydı.

Lord Tellaen Rand’i koruyarak kendini riske atmıstı;
Yenidendoğan Ejder’in bölüğünü barındırmak vatana ihanet olarak
görülebilirdi. Ama orada onu cezalandıracak kim vardı? Arad
Doman kaostaydı; taht, birkaç asi grubun tehdidi altındaydı. Ve
sonra, muhtesem Domani generali Rodel Ituralde ve onun sasırtıcı
biçimde ise yarayan, güneye karsı Seanchan’e verdiği savas vardı.

Tıpkı kendi adamları gibi, Bashere zırhsız, kısa, mavi bir
gömlekle dolanıyordu. Aynı zamanda kendi tercih ettiği türden bol
bir pantolon giymis, paçalarını dizine kadar gelen çizmelerinin içine
sıkıstırmıstı. Bashere, Rand tarafından ta’veren ağında
yakalanmasıyla ilgili ne düsünüyordu? Tam olarak kraliçesinin
emirlerine karsı geliyor olmasa da onu rahatsız edecek bir tarafta
bulunması hakkında ne düsünüyordu acaba? Yasal kralına durumu
rapor ettiğinden beri ne kadar olmustu? Rand’e, kraliçesinin
desteğinin hızla gelmekte olduğuna dair söz vermemis miydi? Kaç
ay önce olmustu bu?

Ben Yenidendoğan Ejderim, diye düsündü Rand. Bütün
anlasma ve yeminleri bozdum. Eski sadakatler artık önemsiz. Sadece
Tarmon Gai’don önemli. Tarmon Gai’don ve Gölge’nin hizmetkârları.

“Graendal’ı burada bulup bulamayacağımızı merak
ediyorum,” dedi Rand düsünceli bir biçimde.
“Graendal?” diye sordu Min. “Burada olabileceğini sana ne
düsündürdü?”
Rand kafasını salladı. Asmodean, Graendal’in Arad Doman’da
olduğunu söylemisti. Gerçi bu aylar önceydi; hâlâ orada olabilir
miydi? İnandırıcı görünüyordu: Arad Doman, bulunabileceği birkaç
önemli ülkeden biriydi. O, diğer Terkedilmisler’in pusularının
olduğu yerden uzakta, gizli bir güç merkezine sahip olmayı severdi; Andor, Tear ya da İllian gibi bir yere yerlesmezdi. Ne de
güneybatıda yakalanırdı. Seanchan istilası varken değil…
Bir yerde gizli bir sığınağı olmalıydı. Bu tam ona göreydi.
Muhtemelen dağlarda, tenhada, kuzeyde bir yerdeydi. Arad
Doman’da olduğundan emin olamıyordu: Gerçi bu kulağa doğru
geliyordu, onunla ilgili bildiklerine dayanarak. Lews Therin’in onla
ilgili bildiklerine dayanarak.

Ama bu sadece bir ihtimaldi. Onu izlerken dikkatli olacaktı.
Her bir Terkedilmis’i temizlemek Son Savas’ı daha kolay mücadele
edilebilir bir hale getirecekti. Bu…
Yumusak ayak sesleri kapalı kapıya yaklastı.
Rand, Min’i bıraktı ve ikisi birden hızla döndüler. Rand kılıcına
uzandı – artık faydasız bir hareket. Elini kaybetmesi -gerçi bu onun
öncelikli kılıç eli değildi- yetenekli bir rakibin karsısında onu
savunmasız bırakacaktı. Saidinle daha çok güçlü silah sağlayabilse
de, ilk aklına gelen kılıçtı. Bunu değistirmek zorundaydı. Bir gün
öldürülmesine neden olabilirdi.

Kapı açıldı ve Cadsuane uzun adımlarla içeri girdi; saraydaki
herhangi bir kraliçe kadar kendinden emin biçimde. Kara gözleri ve
kemikli yüzüyle etkileyici bir kadındı. Koyu gri saçlarını topuz
yapmıstı ve düzinelerce küçük, altın aksesuarlar -her biri ter’angreal
ya da angrealdi- saçlarından sarkıyordu. Elbisesi basit, kalın yündendi; belinden sarı bir kemerle sıkılmıs, yakası sarı islemelerle
süslenmisti. Elbisenin kendisi, o Ajah içinde alısılagelmis olduğu
gibi, yesildi. Rand bazen, onun o katı yüzünün -yası belli olmayan,
tıpkı yeterince Güç’le çalısmıs diğer Aes Sedailer gibi- Kızıl Ajah’a
daha uygun olduğunu düsünürdü.

Kılıcın üzerindeki elini gevsetti, ama bırakmadı. Bez sarılmıs
kabzasına parmaklarıyla dokundu. Silah uzundu, hafif kavisliydi ve
cilalı kınına uzun, yılankavi, kırmızı ve altından bir ejderha
resmedilmisti. Rand için özel tasarlanmıs gibi duruyordu – ve asırlık
olmasına rağmen yakın zamanda ortaya çıkarılmıstı. Bu silahı simdi
bulmus olmaları ne kadar garip, diye düsündü Rand, ve ellerinde ne
tuttuklarını hiç bilmeden bana hediye etmeleri.
Kılıcı alır almaz üzerinde tasımaya baslamıstı. Parmaklarının
altına aitmis gibi hissediyordu. Kimseye, Min’e bile, silahı tanıdığını
söylememisti. Ve gariptir ki, Lews Therin’in hatıralarından değil -
Rand’in kendininkilerden.

Cadsuane’a birkaç kisi eslik ediyordu: Nynaeve’in gelisi
beklenen bir seydi: Son zamanlarda, kendi bölgesine dadanmıs
rakip kediyi izleyen bir kedi gibi, Cadsuane’i takip edip duruyordu.
Koyu saçlı Aes Sedai, kendisi ne derse desin, Emond Meydanı’nın
Bilge’si olmaktan hiç ve kendi koruması altındaki birine hakaret ettiğini düsündüğü kimsenin karsısında geri adım atmazdı. Elbette,
hakaret eden bizzat Nynaeve olmadığı sürece.

Bugün, gri elbisesiyle, kemerinin üzerine sarı bir kusak
giymisti -yeni bir Domani modasıydı, bunu duymustu- ve alnında
geleneksel kırmızı bir benek vardı. Uzun, altın bir kolye ve ince, altın
bir kemer takmıstı. Bilezik ve yüzükleri de onlarla uyumluydu;
ikisine de genis, kırmızı, yesil ve mavi mücevherler kakılmıstı.
Takılar, ter’angrealdi -daha doğrusu çoğu öyleydi, bir de angreal
vardı- tıpkı Cadsuane’in taktıkları gibi. Rand arada sırada
Nynaeve’in, zevksiz taslarla süslü ter’angreal mücevherlerini
kıyafetine uydurmanın imkânsız olduğunu mırıldandığını
duyuyordu.

Nynaeve’in gelmesi sürpriz değilken, Alivia öyleydi. Rand,
eski damane’in bilgi toplama isinde yer aldığını bilmiyordu. Hâlâ,
Tek Güç’te Nynaeve’den bile daha güçlü olduğu farz ediliyordu;
belki de destek olarak getirilmisti. Bir Terkedilmis söz konusu
olduğunda, ne kadar dikkatli olunsa azdı.

Alivia’nın saçlarında beyaz çizgiler vardı ve Nynaeve’den biraz
daha uzundu. Saçındaki beyazlar yasını söylüyordu – Tek Güç’ü
kullanan bir kadının saçındaki beyaz ya da grilik yası belirtir.
Oldukça ileri bir yası. Alivia dört asır yasında olduğunu söylüyordu.
Bugün, eski damane göz alıcı kırmızı bir elbise giymisti; gelenekle zıt bir tesebbüstü bu. Birçok damane, bir kez serbest
bırakıldıklarında, çekingen davranırdı. Alivia değil – onda neredeyse
Beyazcübbeleri andıran bir yoğunluk vardı.

Min’in kaskatı kesildiğini ve hosnutsuzluğunu hissetti. Alivia,
Rand’in ölümüne yardım edecekti sonuçta. Bu, Min’in görülerinden
biriydi – ve Min’in görüleri asla yanılmazdı. Moiraine konusunda
yanıldığını söylemesi hariç. Belkide bunu anlamı, zorunda
olmayacağı…

Hayır. Son Savas’a kadar yasayacağına dair herhangi bir
düsünce, umut besleyeceği herhangi bir sey, tehlikeliydi. Ona
doğru gelen sey her ne ise bunu kabullenecek kadar güçlü
olmalıydı. Zamanı geldiğinde ölecek kadar güçlü.
Ölebileceğimizi söylemistin, dedi Lews Therin’in sesi zihninin
gerisinden. Söz vermistin!

Cadsuane yatağın önündeki küçük servis masasına sessizce
gidip kendine bir kupa baharatlı sıcak sarap hazırladı. Sonra kırmızı
sedir sandalyelerden birine oturdu. En azından kadın Rand’den
sarabı onun için kaynatmasını istememisti. Bu tip seyler bir kadının
yapmayacakları arasında değildi.

“Pekâlâ, ne öğrendin?” diye sordu Rand kendine sarap
kaynatmak için pencereden uzaklasırken. Min yatağa -sedir
çerçeveli, koyu kırmızımsı kahverengi cilalı, aralıklı yontma yöntemiyle süslenmis bir yataktı- doğru yürüdü ve ellerini kucağına
alarak oturdu. Alivia’ya dikkatle bakıyordu.

Cadsuane, Rand’in sesindeki keskinlik karsısında tek kasını
havaya kaldırdı. Rahatsızlığını belli ederek iç geçirdi. Rand kadından
danısmanı olmasını istemis ve onun kosullarını kabul etmisti. Min,
Cadsuane’den öğrenebileceği çok önemli bir sey olduğunu
söylemis -bir baska görü- ve doğrusunu söylemek gerekirse, Rand
bu tavsiyeyi birden çok konuda yararlı bulmustu. Kadının daimi
nezaket taleplerine değerdi.

“Sorgulama nasıl gitti Cadsuane Sedai?” diye sordu Rand
daha normal bir ses tonuyla.
Kadın gülümsedi. “Yeterince iyi.”
“Yeterince iyi mi?” diye terslendi Nyneave. Sonuçta o,
Cadsuane’ye medeni olmak konusunda hiçbir söz vermemisti. “Bu
kadın beni çileden çıkartıyor.”
Cadsuane sarabından bir yudum aldı. “Merak ediyorum da
bir insan Terkedilmislerden baska ne bekleyebilir, çocuk? Çileden
çıkarıcılık konusunda pratik yapmak için oldukça fazla zamanları
var.”
“Rand, bu… yaratık tastan yapılmıs.” dedi Nynaeve, ona
dönerek. “Günlerce süren sorgulamaya rağmen, ancak bir tek
yararlı cümle elde edebildik! Tek yaptığı; ara sıra, sonunda hepimizi öldüreceğini söyleyip ne kadar bayağı ve geri kalmıs olduğumuzu
belirtmesi.” Nynaeve uzun ve tek örgüsüne uzandı ama onu
çekmeden hemen önce kendini durdurdu. Bu konuda daha iyiye
gidiyordu. Rand sinirinin ne kadar aleni olduğunu göz önünde
bulundurunca, kadının neden bu kadar umursadığını merak etti.
“Kızın bütün o dramatik konusmalarına rağmen,” dedi
Cadsuane, basıyla Nynaeve’yi isaret ederek, “olay hakkında mantıklı
bir saptaması var. Pöf! ‘Yeterince iyi’ dediğimde, bundan bize
verdiğin talihsiz kısıtlamalar altında bekleyebileceğinin en iyisi
anlamını çıkarman gerekiyordu. İnsan, bir sanatçının gözünü
bağlayıp sonra o sanatçı çizecek hiçbir sey bulamadığında
sasırmamalı.”

“Bu bir sanat değil Cadsuane,” dedi Rand kuru kuru. “Bu
iskence.” Min, Rand’ e bir bakıs attı ve endisesini hissetti. Onun için
endiselenmek mi? İskence gören o değildi ki.
Kutu, diye fısıldadı Lews Therin. O kutuda ölmeliydik. O
zaman… O zaman bitmis olurdu.

Cadsuane sarabını yudumladı. Rand kendininkinin tadına
bakmamıstı. Baharatların sarabı nahos bir tada dönüstürecek kadar
sert olduğunu simdiden biliyordu ve bu alternatifinden daha iyiydi.
“Bizi sonuçlar için sıkıstırıyorsun çocuk,” dedi Cadsuane, “ve
yine de onları almamız için gereken aletleri reddediyorsun. Sen istersen bunu iskence, sorgulama ya da yemek pisirme olarak
adlandır: Ben bunun aptallık olduğunu söylüyorum. Simdi, eğer izin
verirsen…”

“Hayır!” diye hırladı Rand. Elini meydan okurcasına kadına
salladı. “Onu incitmeyecek ve tehdit etmeyeceksin.”
Kara bir kutuda dıslanarak ve sürekli dövülerek geçirilen
zaman. Kendi kontrolündeki bir kadına bu türlü bir muamele asla
yapılmamıstı. Terkedilmislerden birine bile. “Onu sorgulayabilirsin
ama bazı seylere asla izin vermeyeceğim.”
Nynaeve burun kıvırdı. “Rand, o Terkedilmislerden biri.
Gereğinden fazla tehlikeli.”

“Tehlikenin farkındayım,” dedi Rand donuk bir sesle, eskiden
sol elinin bulunduğu yeri tutarak. Ejderha dövmesinin, metalik altın
ve kırmızı rengi lambanın ısığında parıldadı. Ejderhanın bası
neredeyse Rand’i öldürecek olan alevlerde yanmıstı.
Nynaeve derin bir nefes aldı. “Evet, peki, o zaman normal
kuralların onun için geçerli olmadığını görmüssündür!”
“Hayır dedim!” dedi Rand. “Onu sorgulayabilirsin ama ona
zarar vermeyeceksin!” Bir kadına olmaz. İçimdeki bu ısık parçasına
tutunacağım. Gereğinden fazla kadının ölmesine ve acı çekmesine
sebep oldum.

“Eğer isteğin buysa çocuk,” dedi Cadsuane kısaca, “dediğin
gibi yapılacak. Sadece, bırak diğer Terkedilmislerin yerini
öğrenmeyi, dün kahvaltıda ne yediğini bile öğrenemezsek sızlanma.
İçimizden biri neden bu gülünç duruma devam ettiğimizi merak
edene kadar. Belki de onu basitçe Beyaz Kule’ye teslim edip
bununla yetinmeliyiz.”

Rand yüzünü çevirdi. Dısarıda savasçılar atlarının üstünde sıra
halinde bekliyordu. İyi görünüyorlardı: Esit ve düzenli. Hayvanlara
sadece gerekli miktarda hareket serbestisi veriliyordu.
Onu Beyaz Kule’ye vermek mi? Asla olmazdı. Cadsuane
istediği cevapları almadan Semirhage’i asla serbest bırakmazdı.
Dısarıda rüzgâr hâlâ esiyor, kendi bayrakları gözünün önünde
dalgalanıyordu.

“Onu Beyaz Kule’ye teslim edelim mi diyorsun ha?” dedi
odaya tekrar bakarak. “Hangi Beyaz Kule? Onu Elaida’ya mı teslim
etmek istersin? Yoksa diğerlerini mi kastediyorsun? Egwene’in
kucağına bir Terkedilmis bırakmamdan memnun olacağına
süpheliyim. Belki de Egwene basitçe Semirhage’in gitmesine izin
verir ve yerine beni tutsak eder. Beyaz Kule’nin adaleti önünde
eğilmeye zorlar ve beni sırf kemerine baska bir çentik atmak için
yalıtır.”
Nynaeve kaslarını çattı. “Rand! Egwene asla…”

“O Amyrlin,” dedi Rand kupasını kaldırıp bir yudumda hepsini
içerek. Tadı hatırladığı gibi berbattı. “Köküne kadar Aes Sedai. Ben
onun için sadece bir baska rehineyim.”
Evet, dedi Lews Therin. Hepsinden uzak durmalıyız. Biliyorsun
ki bize yardım etmeyi reddettiler. Reddettiler! Bana planımın çok
cüretkâr olduğunu söylediler. Bu da beni sadece yüz yoldasla bir
basıma bıraktı; bir çember olusturacak kadın olmaksızın. Hainler! Bu
onların suçu. Fakat… Fakat Iylyna’yı öldüren bendim. Neden?
Nynaeve bir seyler söyledi, fakat Rand onu duymazdan geldi.
Lews Therin? dedi içindeki sese. Yaptığın sey neydi? Kadınlar yardım
etmedi? Neden?

Ama Lews Therin tekrar hıçkırmaya baslamıstı ve sesi giderek
uzaklasıyordu.
“Söyle bana!” diye bağırdı Rand, elindeki kupayı yere
fırlatarak. “Kavrulasıca, Kardeskatili! Konus benimle!”
Oda sessizliğe büründü.

Rand gözünü kırptı. Asla… Asla Lews Therin’le baskalarının
duyabileceği bir yerde sesli konusmamıstı. Ne var ki, onlar
biliyordu. Semirhage’in duyduğu bu sesle konustuğunu ve Rand’i
deli bir adam olarak teshis ettirmek istediğini biliyorlardı.

Rand uzandı ve saçına elini götürdü. Ya da bunu denedi…
ama sadece uzuvdan olusan kolunu kafasına götürmüstü. Hiçbir
sey basaramadı böylece.
Isık! diye düsündü. Kontrolümü kaybediyorum. Bu zamanların
yarısında hangi ses kendimin hangisi onunki bilemiyorum bile.
Saidin’i temizlediğim zaman bu durumun düzelmesi gerekiyordu!
Güvende olmam gerekiyordu…

Güvende değil, diye homurdandı Lews Therin. Biz zaten
deliydik. Artık geri dönüsümüz yok. Kıkırdamaya basladı, fakat
kahkahaları giderek hıçkırıklara dönüstü.
Rand odada gözlerini gezdirdi. Min’in ona bakan gözleri
öylesine endiseliydi ki yüzünü çevirmek zorunda kaldı. Semirhage’ın
takasını o delen gözleriyle izleyen Alivia, çokbilmis görünüyordu.
Nynaeve sonunda pes etti ve örgüsünü çekistirmeye basladı. İlk
defa Cadsuane, Rand’i patlamasından dolayı cezalandırmadı. Bunun
yerine sarabından bir yudum aldı. Bütün bu olanlara nasıl
dayanıyordu?

Düsünce saçmaydı. Gülünç. Gülmek istedi, ama ses çıkmadı.
Alaycı bir homurtu bile çıkaramamıstı; artık değil. Isık! Buna devam
edemem. Gözlerim sanki sisli havada etrafa bakıyormusum gibi
görüyor; elim yandı ve göğsümün yan tarafındaki yaralar sökülerek
açıldı. Nefes almaktan biraz daha güçlü bir hareket yapamıyorum.

Çok kullanılmıs bir kuyu kadar kuruyum. Buradaki isimi bitirip
Shayol Ghul’a gitmeliyim. Bunu yapmazsam geriye benden, Karanlık
Varlığın öldürebileceği bir sey kalmayacak.
Gülümsemeye sebep olacak bir düsünce değildi; onu
umutsuzluğa sürüklemisti. Fakat Rand çeliktendi. Bundan dolayı,
gelmeyen gözyasları için sızlanmadı.
O anda, Lews Therin’in feryatları ikisi için de yeterli gibi
görünüyordu.

Lanetli

Posted by Malkavian On 5 Aralık 2009 Cumartesi 0 Kişi Düşüncesini Belirtti



Vlad 22 Eylül 2006

'Hoşgeldin Stan. Kapı açık girebilirsin' diye bağırdım içeride oturduğum koltuktan. İşte başlıyoruz. Kısa bir bakış, 10 saniye bile Stan'i tanımama yetti. Daha o kapıyı çalmadan içeriye buyur etmemin ardından vücudunda akan kanın hızlanmasını, kalp atışlarının davulu andıran sesini, vücudundaki her kasın gerginlik içinde kasılmasını, alnında oluşan küçücük ter zerreciklerini hissettiğim gibi onun ruhunu ve canlılığını da hissettim. Tahmin ettiğim gibi makul ölçülerde ırkımdan korkuyor ve bir yanı da benimle konuşmak ve içindeki merakı gidermek için yanıp tutuşuyordu.

'Merhaba Vlad. Öncelikle beni buraya kabul ettiğiniz için...' Benimle temasa geçen belki de onüçüncü gazeteciydi Stan. Hepsine hikayemi anlattım ama içlerinden hiçbiri bunları yayınlatamadı. (Neden acaba? Varlığımızı hala birçok insan kahrolası bir peri masalı sandığı için olabilir mi?)

'Bu kısımları atlayabilirsin teşekkürlere harcayacak vaktim yok. Merak ettiğin asıl şeyi sor.' (Vaktim yokmuş... Saçmalık. Dünyada en bol vakti olan kişilerdenim.  Lanet bir ölümsüzüm ama yine de güzel bir tabir ve kişileri aklındakileri anlatması için ikna ettiği sürece bir fok balığı olduğumu bile söyleyebilirim.)

'İlk gün... Yani ilk dönüştürüldüğünüz zaman neler hissettiniz?' Cebinden bir kayıt cihazı çıkartıp masaya koydu ve sorusunu cihazı çalıştırmadan sorduğu için dudaklarını ısırdı. Tekrardan soruyu sormakla sormamak arasında gidip geliyordu ve ben bu sahneye daha fazla dayanamadığım için cevap verdim:

'Pekala... Karnın açken gözüne mükemmel görünen kokusunu 10 metre öteden alabildiğin yemeklerin, tatlıların, meyvelerin tokken gözüne nasıl göründüğünü düşün. İşte biz de gözlerimizi böyle bir isteksizlikle geceye açarız. Her pazartesi aynı işe gideceğini, aynı şeyleri yapacağını bildiğin için pazar gecesinden üstüne çöken isteksizlikle sokaklarda dolaşırız. Heryer karanlığa gömüldüğünde küçücük bir mumun bile sana ne kadar değerli geldiğini düşün. Ölüm olmadığı zaman yaşam da değerini yitiriyor. Sırf bu yüzden bazılarımız işi ilginçleştirmek için çeşitli oyunlar,hileler yapıp yönetimde veya önemli yerlerde kendilerini gösterirler. Sırf bu sıkıntıyı ve isteksizliği biraz olsun entrikalarla azaltabilmek için. Bana sorarsan kendilerini daha derin bir bataklığa saplıyorlar.'

'Peki şu an beni etkin altına alıp bunlara inandırmaya çalışmadığını nerden bilebilirim. Bunu yapabildiğinizi duymuştum' Bir mendille alnındaki teri sildi ve gergince cevap vermemi bekledi

'Hadi ama biz sihirbaz değiliz. Sadece doğru olan şeyleri birazcık vurgulayabiliriz ki böylece gerçek siz ölümlülerin gözüne daha kolay görünür olsun. Mesela sana bütün elmaların aslında siyah renkli olduğunu söylesem bana inanır mıydın? Sanmıyorum.* Ayrıca sevgili dostum...** Sizleri inanmadığınız birşeye inandırmaya çalışmak özgür iradenize müdahale olurdu. Ben bunu açıkçası pek etik bulmuyorum.***

* Aslına bakarsanız bunu yapmak mümkündür hatta defalarca yapmışlığım vardır. Bir insanın kalp atışlarını 1-2 metre öteden duyup damarlarında kanın akışını hissettiğimiz gibi bir insanın neye inanıp neye inanmayacağını da kestirebiliriz. Bu da bize karşımızdakine inanabileceği sınıra kadar yalan söyleme yetisini verir.

**Aslında siz insanları kandırmamıza bile gerek yok. Örneğin şu an karşımdaki insan sırf elimde yeterli ve fazlası güç olmasına  ve ben kötülüğün saf formu olmama rağmen ona zarar vermediğim için beni güvenilir statüsüne koydu. Kendini kandırmakta sizler kadar üstün bir ırk yok bunu bütün içtenliğimle söylüyorum.

***Etik bulmuyorum ama bu kimin umrunda ki...En azından benim olmadığı kesin




Vlad- Gün Belirsiz (Günlüğümün bu sayfasının ilerleyen satırlarında belirteceğim)

        Uyanış. İlk hissettiğim ağzımdaki garip tat ve içimdeki derin boşluktu. Göz kapaklarımın inanılmaz ağırlığına rağmen inatla gözlerimi açmayı dendim. Gözlerimi açıp açmadığımdan pek emin değilim ama birşeyler görmeye başlamıştım bile. Kendimi bir uçakta seyahat ederken buldum. Oldukça alımlı, esmer, mini etekli bir hostes hanım bana doğru gülümseyip ' Sizin için başka yapabileceğim birşey var mı efendim?' diye sordu. Elimdeki viski bardağını hafifçe kaldırıp tam teşekkür etmek üzereydim ki kendimi pahalı bir Fransız restoranının koyu kırmızı hatta bordoya çalan atmosferinde buldum. Elimdeki viski bardağı şarap kadehine dönüşmüştü. Karşımda duran oldukça güzel, hafif balık etli, sarışın bukleleri olan hanımefendi oldukça içten bir kahkaha atıyordu.* Ben de bu neşeye ortak olmak için kahkaha atmaya başladım ama komando kıyafetleri içinde kirli sakallı iri yarı bir adam kocaman elini ağzıma kapatıp sessiz olmam konusunda beni sert bir dille uyardı ve kaşlarını çatarak uzaklarda bir noktaya bakmaya başladı. Silah sesleri o kadar yüksekti ki bağırarak şarkı söylesem bile kimse beni duymazdı. Yakınıma düşen bir el bombasının etkisini biraz olsun azaltabilmek için geriye bir adım attım ve düşmeye başladım. İlk baştaki olaylara tepki verme isteğimi dizginleyip yaşamış olduğum ve benim için yaşanan hayatların** anıları içime tekrar dolarken hareketsiz kaldım.

        Sonunda bu yorucu işlem tamamlandığında gözlerimi yavaşça araladım. Önümde rahat beyaz kumaş elbiseler giyinmiş iki insan duruyordu. İkisi de oldukça esmerdi ve kömür gibi saçlara sahipti. Ayaklarındaki sandaletlere ve ne kadar temiz olsalarda üzerlerindeki toz zerreciklerine dikkat edince çöl iklimi olan bir bölgede olduğumu anladım. Derin rutubet ve çürümüşlük kokusu odaya hakimdi ve  bu koku benden geliyordu. Üzerime baktığımda lanet olası birinci sınıf, özene bezene ve oldukça bedel ödenerek alınmış takım elbisemin toza dönüştüğünü üzlerek fark ettim. Karşımdaki insanlar fal taşı gibi açılmış gözlerle temkinli bir mesafeden ne yapacağımı kestiremediklerini belli eden bir tedirginlikle beni bekliyorlardı. Bayan olanın elinde kendi giydiklerine benzer beyaz kıyafetler olduğunu fark ettim. Eh gözlerimi açmaktan biraz daha fazla hareket beni öldürmezdi! Değil mi? Hele ki ölümden yeni dönmüş birini kesinlikle öldürmezdi... Vücudumdaki her bir kemiğin birleşim yerlerinden gelen gıcırtı ve çıtırdama sesleri geniş odada yankılandı. İlk hareketimle birlikte derin bir rahatlama hissettim. Önce durduğum yerde doğruldum ve keyifle iki insanın bir adım gerilemelerini izledim. Derin rutubet kokusundan ve ortamdaki serin havadan çıkardığım kadarıyla yeryüzünden oldukça aşağıda bir yerdeydim. Bulunduğum geniş odayı aydınlatmak için yüzeyden odaya kadar bir ayna sistemi yerleştirilmişti. Dışarıdaki güneşin yakıcı ışınları bu odayı ancak loş bir ışıkla aydınlatabiliyordu ve bu benim tahammül sınırlarım içerisindeydi. İnsanlardan kadın olanına dönüp parmağımla yanıma gelmesini işaret ederken parmağımdan gelen gıcırtı ve çıtlama sesi kadını oldukça tedirgin etti. Elbiseleri güvenli bir sınıra kadar getirdikten sonra devam etmek için içten içe kendini cesaretlendirmesini ve yüzünde oluşan ifadeleri izlerken oldukça eğlendim. Elindeki kıyafetleri nihayet bana uzattı ve saygısını belli eden hafif bir reveransla benden uzaklaştı (Aslına bakarsanız uzaklaşmaktan çok kaçmaya daha yakındı). Kıyafetlerimi giyinirken aklımda şiddetini arttırıp diğer bütün düşüncelerimin önüne geçen iki soru oluştu.

        Birincisi; ben sıradan davranmayı, (Birini etkilemeye çalışmıyorsam) lafları doğrudan söylemeyi, (Karşımdakinin kafasını karıştırmak istemiyorsam) yapmacıklıktan uzak durmayı severim. (Evet bunu her zaman yapmaya çalışıyorum) Hal böyle olduğu için şimdiye kadar her kim benden birşey isterse doğrudan söyler  ve iş bitince teşekkür ve ya küfür eder. Fakat, bu kadın sanki önemli biriymişim gibi saygılı ve çekingen davranıyordu.(Mezarları karıştırmış olmalı...)

        İkincisi ise o lanet olasıca Stan' in*** beni uyandırması gerekiyordu bu iki hilkat garibesinin değil. Bunun dışında rahatsız edici bir tanıdıklık hissediyordum bu iki insana.

        Kıyafetlerimi giyindikten sonra adımımı, koca pürüzsüz taşların üstüne birikmiş beş santimlik ince kuma attım ve yüzümü insanlara döndüm. Konferans vermeye hazırlanan bir profesör edası ile bir iki kere öksürüp ustaca ses tellerimi denedim. Herşey yolunda gibiydi. Ses tellerimi fazla zorlamamak adına fısıldayarak ' İçinizden biri bana burada ne haltlar döndüğünü anlatacak mı?' diye sordum. (Kendime not: Fısıldayan bir vampir insanlara oldukça korkutucu gelir. Bunu bir daha yapma!) İki üç adım gerilediler, arkalarını bir sütuna verdikten sonra yüzlerindeki tedirgin ifade merak ve aptal aptal bakışlara dönüştü. Suratlarının her karesinden söylediğim şeylerden hiçbirini anlamadıkları okunuyordu. Ben de sorumu bildiğim bütün dillerde (Toplam 15 dilde) tekrar ettim. Hala bir reaksiyon alamamış olmam bende ufak da olsa bir merak uyandırmaya başlamıştı. Sonunda erkek olan elini göğsüne götürerek 'Thar' dedi. (Bilirsiniz filmdeki gibi Tarzan-Jane, Jane-Tarzan) İşte yine o saygı dolu eğilme.. Sonra çekingen bir ses tonu ile devam etti. ' Avente di tira senta'

        Aptal aptal bakma sırası bana gelmişti ve bunu hakkını vererek yaptım. Uzun süre - yaklaşık 3 dakika- duraksadım. Bir aydınlanma hissi eşliğinde kelimelerin anlamını çözdüm ve insanlara dönüp ' Lanet olasıcalar Latinceye ne yaptınız böyle!' dedim. Sesim istediğimden biraz yüksek bir tonda çıkmış olmalı ki kadın bir çığlık atıp kaçmaya başladı. Thar da aynısını yapmak üzereydi ama onu kolundan sıkı sıkıya tuttum ve Latince ' Bana hangi yılda olduğumuzu söyle' dedim. Biraz çekindi ve ağzında birşeyler geveledi. Anlamadığımı görünce duraksadı ve işaret parmağını bana gösterdi. Ardından yerdeki kum tabakasına parmağıyla yukardan aşağı doğru düz bir çizgi çekti. Durdu ve bu sefer elini açıp beş parmağını bana gösterdi ve yere bir ' V' işareti yaptı. Başımı salladım ve iki elimi ona gösterip yere 'X' yazdım. Anladığımı gördüğünde derin bi rahatlama ile yere şunları yazdı: 'II-IV-III-VII'

        Gözlerimi fal taşı gibi açıp okkalı bir küfür savurdum. Adamı bu zayıf halimle bile olsa hızlıca kendime çekip dişlerimi boynuna geçirdim. Yıllardır... Düzeltiyorum her ne halt olduysa artık yüzyıllardır çektiğim susuzluğu giderircesine kana kana içtiğim ılık kanın boğazımdan aşağıya inerken bıraktığı tarif edilemez güzellikteki tadı içime çektim. Damarlarıma yayılan güç ile dolup taştım. Bu karşımdaki insan bozmasının (Tadı insan gibi değildi... Birşeye benziyordu ama çıkaramadım. Takdir edersiniz ki biraz meşguldüm) bütün anıları bir bir hafızama nüfuz ederken**** hayretler içinde kaldım.

        Thar ölümün sınırına yaklaşmadan önce onu bıraktım ve dayanılmaz kanın tatlı çekiminden büyük bir isteksizlikle ondan uzaklaştım. İçime dolan yeni gücün ihtişamı ve güveni ile titredim. Sonra ilk başta adamın bana ne dediği aklıma takıldı. ' Büyük efendiler uyandı' demişti. Bu ne saçmalıyordu böyle. Büyük efendiler de kimdi?
-------------------------------------o----------------------------------------


*Oldukça güzel bir espiriydi sanırım. Kaçırmış olmam ne yazık.
**Irkım sadece beslenme amacıyla insanlardan yararlanmaz. Kanınızın tadını aldığımızda yaşanmış anılarınızın da bir kısmını alma yetisine sahibiz.
***Evet doğru tahmin ettiniz gazeteci olan. Eh ne diyebilirim ki benimle tanışan her insanın yaşamı şu veya bu şekilde değişir.
****Şimdi bana neden bunu ilk başta yapmadın diyenleri duyar gibiyim. Ben ölümsüzüm dostlarım işleri gereğinden biraz fazla uzatmak umrumda bile değil. Aslında bundan zevk bile alıyorum.


Vlad, 27 Ocak 1452

      Dondurucu bir kış günüydü. Hiçbir yere kar yağmamıştı ama esen en ufak rüzgar bile insanın kemiklerine işleyen bir soğuğu beraberinde getiriyordu. Yürüdüğüm etrafı çimlerle kaplı çamur patikanın ilerisinde iki kadın bana doğru yaklaşıyordu. Ellerimi ağzıma götürüp nefesimle ellerimi ısıttım*. Kadınlardan biri ekinleri hakkında yakınıyordu. ‘ Asıl soğuğu biz yiyoruz. Ekinlerimiz hep heba oldu. Surların içerisinde yaşayanlar için hava hoş tabi…’ Bana soracak olursanız bir insan yeterince boş kalırsa yağmurun neden yukarıdan aşağı yağdığı konusunda bile yakınabilir.

Bu insanlara duyduğum tiksintiden mi yoksa botlarımın çamura bulanmasından sıkılmamdan mı bilmem patikadan ayrıldım ve en yakındaki kasabaya doğru yöneldim. Bir iki saatlik yürüyüşün ardından geniş bir mezarlığın yanından geçtim. Mezarlıklardan nefret ederim. Ölme lüksüne sahip bir sürü insan ile dolu bir yer ve çoğunu oraya ben gönderdim.

      Ben Vlad dostlarım** dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kiralık katili. Boşuna zahmet edip araştırmayı denemeyin. Adımı tarih kitaplarında bulamazsınız. Çünkü tarih kitapları kilit görevdeki insanları öldürüp halkına koca bir savaşı kazandıranları asla yazmaz, savaşta bire bir çarpışıp hayatlarını kaybedenleri nadiren yazar. Hayır… Tarih kitapları parası olan soyluları ve kralları yazar. Çünkü kağıt oldukça pahalıdır ve yazarlar açgözlüdür. Hem ayrıca adım bir yerlerde geçiyor olsaydı bu işimi pek de iyi yapmadığım anlamına gelirdi. Size bir örnek vereyim tarih kitaplarında beni ancak bu şekilde görebilirsiniz. ‘’ Kosova Savaşı sonrasında savaş meydanını gezerken bir Sırp askerince sırtından hançerlenerek öldürülen 1. Murat…’’ Sizce de oldukça şüphe uyandırıcı değil mi?

      Sonunda kasabanın binaları yavaştan kendilerini göstermeye başladılar. Bulutlu bir geceydi. Dolunayın geceyi gündüze çevirircesine etrafa saçtığı ışınlar koca bir bulutun arkasına gizlenmişti. Kasabadaki yegane taş binaya yaklaştım. Kapısında zırhlara bürünmüş iki tane nöbetçi dikkat kesilmiş etrafı izliyordu. Bu ise benim doğru yere geldiğimin işaretiydi. (Sıradan insanları pek öldürmem)

Arkaya dolanırken hızımı arttırdım ve karşıda duran ahşap binanın asma katına ayaklarımı atıp destek aldım ve tekrar taş binaya doğru zıpladım. Bir göz kırpması süresinde taş binanın terasındaydım. Kimsenin bu zarif hareketlerimi görüp takdir etmemesi ne yazık. Altımda kalan pencereye kaydım ve seri bir takla ile içeri girdim. Kolumdaki dart okunu çıkarırken sessiz bir küfür savurdum. Etkili ve hızlı ölüm sağlayan ısırgan zehrinin ekşimsi tadını damarlarımda hissettim. Neyse ki daha fazla ölemem! Daha dikkatli bir şekilde kocaman altın kaplama tahtalarla yapılmış şatafatlı yatağında yatan adama doğru ilerledim. Hızla ilerlerken büyük yuvarlak taş zemindeki bazı taşların arasında toz bulunmadığını fark ettim hemen adımlarımın bir iki tanesini yandaki duvara attım ve taşların normale döndüğü yerin güvenli zeminine zararsızca kondum. Bu tip tuzakları insanlar neden odasına koyar anlamıyorum. Buraya kadar girecek yeteneğe sahip biri genellikle bu tuzakları da atlatabilir. Hem ayrıca her sabah uyandığında bu tuzakları etkisiz hale getirmek daha büyük bir işkence olsa gerek. Uykuluyken birine basıp şimdiye kadar ölmemesi büyük şans. Belimde asılı olan tavşan derisi kılıfından en sevdiğim hançerimi çıkardım ve genç sayılabilecek sarışın uzun boylu atletik bir yapıya sahip adamın boynuna sapladım. Hemen hançeri çıkarıp seri bir şekilde kalbine ve karnına sapladım. (İşimi şansa bırakmayı pek sevmem). Boynunda asılı duran madalyonu kopararak avucumun içine aldım ve çatıdan çatıya atlayarak hızla geceye karıştım. 12. ordu komutanı Ilyus yazıyordu madalyonda. Gülümsedim. Bundan tam bir yıl sonra kuşatacağımız şehrin tam 12 tane ordusu vardı ve ben hepsinin komutanlarını öldürmeyi başarmıştım. Madalyonu cebime attım karargaha doğru yola koyuldum.

      Ben Vlad. Dünyanın en iyi suikastçisiyim, ama ben bile hata yapabilirim. Yıllar önce oldukça gençken bana bir teklifle gelen Sırp hükümdarının teklifine aldandım ve bu halk için önemli birini öldürdüm. Paramı da ödememişti adi herif ben de onu bir güzel bıçakladım hem de evleneceği günden bir gün önce. İnanın ban beni kızdırmak istemezsiniz. Her neyse bunun bir hata olduğunu bu halkı tanıdıktan sonra anladım ve borcumu ödemek için bu güne kadar binlerce kişi öldürdüm ve bugün borcumu tamamen ödedim. Bizanslı 12. ordu komutanı Ilyus sağolsun. Yine de bu insanlara kanım kaynadı. Liderleri oldukça başarılı ve ahlaklı birisi ve şimdiye kadar defalarca denenmiş ve başarılamamış bir şeyi tekrar deneyecek.Hem de 18 yaşında... Kim bilir belki savaşa katılırım. Hasan ile girdiğimiz surlara kimin en önce bayrağı dikeceği konusundaki iddiayı kimin kazanacağını da merak ediyorum. Benim için pek zorlayıcı bir görev değil, sonuç şimdiden belli sayılır…


* Ne nefesim sıcaktı ne de ellerimin ısıtılmaya ihtiyacı vardı.
** Dostum kelimesini pek sık kullandığımı fark etmişsinizdir. Dostum olmayanları mezara yollamaktaki üstün başarılarım göz önüne alınınca bu dünyada pek düşmanım kalmadığını tahmin edersiniz. Bu yüzden gönül rahatlığı ile herkese dostum diyebiliyorum.

Mat

Posted by Malkavian On 0 Kişi Düşüncesini Belirtti


Kahverengi ayıcıklarla süslü pijaması içinde Mat, kendisine bir iki boy büyük gelen sandalyesinden aşağı süründü ve annesinin onun için masaya koyduğu büyük bir bardak suya uzandı. Diğer eliyle bir ekmek parçası ağzına attı bir iki tane de küçük üzüm ve bir şeyler daha…

‘Mat oyalanmadan yatağına yat tamam mı? Dinlenmek senin için çok önemli’ Bunları bir hüzünle söylemişti annesi.
Mat 9 yaşındaydı ve ne zaman yatağa gideceğine normalde kendi karar verirdi. Omuz silkti.Bu günlük böyle olsun dedi ve yatağına gidip gözlerini kapadı.
---
Sör Tavin yapılı 1.80 boyunda ve kaslı bir adamdı. Dalgalı kahverengi saçları kulaklarının arkasından omuzlarına dökülüyordu. Üstündeki zırh gibi mavi gümüş ejderha motifleri ile süslenmiş miğferini başına geçirdi. Atını hafifçe çevirerek etrafa bir göz attı. Ölülerle dolu bir savaş alanı… Yüzünü tekrar adamlarına çevirdi. Tam 250 adet cesaretleriyle nam salmış asker emirlerini bekliyordu. Normalde konuşma yapmak pek ona göre değildi. Adamlarına hiçbir şey söylemesine de gerek yoktu. Onlar zaten onu kıyamet çukuruna kadar izlerlerdi. Bugün farklıydı… Bugün düşman çok güçlüydü. Savaşın başlamasının ardından üç gün geçmesine rağmen düşman birlikler hala direniyordu.

‘Birçoğunuzla yıllardır at sürüyorum.’ Sör Tavin konuşmaya başlayınca buna alışık olmayan adamları kendi aralarında mırıldandılar. ‘Biliyorum ki hepiniz bu civarda bulunabilecek en iyi askerlersiniz. Bu yüzden karşımdaki bu kıyımı, bu yaratıkları görünce korkmuyorum.’ Onaylar mırıltılar ve baş sallamalar eşliğinde konuşmaya devam etti. ‘ Size dürüst olacağım çocuklar. Bugün belki de hiçbirimiz bu savaştan sağ çıkamayacağız.’ Başını hafifçe öne eğdi. Son cümlesini biraz kısık bir sesle söylemişti.’ Arkasında savaşmakta olanları gösterdi. Yılan başlı insan bedenli yaratıklar kendisi gibi mavi gümüş zırhlara bürünmüş insanlarla çarpışıyordu. Bir yandan zehirlerini bulabildikleri her açık et parçasına yayıyorlardı. Arkalarında 4 adam boyunda devasa 12 tane kırmızı gözü ve sayısız bacağı olan büyük örümcekler vardı. Ağlarıyla yakaladıkları ve savaştıkları şövalyeleri tek tek acımasızca yiyorlardı. Savaşan iki tarafın da üstü kan revan içindeydi ve yerlerde kan çukurları oluşmuştu. Manzaranın vermiş olduğu dehşet içinde kısık sesle devam etti ‘Bizi bu yaratıklardan ayıran bir amaç var çocuklarım.’ Konuştukça yükselen bir ses tonu ile devam etti Sör Tavin. ‘Biz bu yaratıklar gibi habis bir lorda hizmet edip onun boyunduruğu altında ülkemize dehşet getirenleri bu yurttan atmak için buradayız. Dediğim gibi yaşama ihtimalimiz çok zayıf ama yine de bizden sonra gelecekler için oldukça büyük hediyeler bırakalım olur mu çocuklar!’ 250 kişi birden bir yumruklarını kaldırıp bağırdılar. ‘ Biz sıradan bir birlik değiliz. Bu yüzden bırakın şu küçük yılanlar diğer birliklerle boğuşsun. Şu örümcekleri güzel bir hediye paketi yapalım ne dersiniz’ Bir tezahürat daha koptu. ‘ Aranızdan ayrılmak isteyenler varsa anlarım.’ Bir süre bekledi askerlerin hiç biri kılını bile kıpırdatmıştı. Kılıcını kınından çekti ve savaş alanının üstündeki kocaman dağı işaret etti. ‘Hedefimiz o dağa ulaşmak ve eğer ulaşırsak savunabildiğimiz kadar savunmak. Sizinle savaşıp ölmek bir onur olacak!’ Bu son cümle ile atı ileriye atıldı. Arkasındaki adamlar çok bilinmeyen kadim zamanlardan kalma bir savaş marşı söylüyordu. Üçgen şekli alıp savaşın ortasına daldılar…

Aradan 6 saat geçmişti. Sör Tavin ve birliği –daha doğrusu birliğinden arta kalanlar- dağın zirvesine oldukça yakın bir yerde dizlerinin üstüne çökmüş doğru anı bekliyorlardı. 38 kişi kalmıştı o koca birlikten. Yitirilen onca değerli askeri düşününce Sör Tavin in vücudundaki sayısız yara tekrar tekrar sızladı. Savaş anını düşündü. O büyük örümceklerden 6 tanesini öldürmüşlerdi ve savaş kendi lehlerine dönmeye başlamıştı. O sırada çıkagelen alev ejderhaları adamlarının çoğu ile birlikte kendi soyunu da öldürmüştü. Büyük bir mucize eseri tam zamanında yetişen her askerin tek tek armasını taşıdığı buz ejderhaları imdatlarına yetişmişti. Adamlarından biri koluna hafifçe dokununca bu düşünceleri kafasından attı. Zamanı gelmişti. Son saldırı ve ölümün o ferahlatıcı serinliği için zaman gelmişti.


‘Mat uyan artık’ dedi annesi üzgün bir ses tonu ile odanın kapısını aralarken.
Mat zaten yarı uyanıktı heyecanla annesinin yanına geldi.
Annesi avucunun içini Mat in alnına koydu. ‘ Ateşin düşmüş şükürler olsun’ dedi
Mat heyecanla annesine döndü ve oyuncak kılıcını aldı. ‘ Boğazım da ağrımıyor artık. Sör Tavin sayesinde anne. O ve birliği bütün o canavarları tek tek öldürdü biliyor musun ? ve… ve sonra da kötü alev ejderhaları geldi’ ellerini pençe şekline getirip korkunç bir yüz ifadesine büründü ‘Neredeyse hepsini öldüreceklerdi ama sonra mucize eseri buz ejderhaları geldi ve onlarla savaştı’
Annesi Mat e şüphe ile bakıyordu. ‘Belli ki biri gece fazla ateşlenmiş ve kötü rüyalar görmüş. Gece uyandırıp sana ateş düşürücü vermiştim bilinç altın bunu garip bir rüyaya çevirmiş’ dedi.

Mat inatla konuşmaya devam etti. ‘Sen ne dersen de anne. Sör Tavin gerçekti ve beni hastalıktan kurtardı.’ Bir dizinin üstüne çöktü ve kılıcının ucu yere gelecek şekilde koydu. Kafasını kılıca yasladı ve konuştu: ‘İşte böyle duruyordu anne o kadar yara almasına rağmen ve o dağın zirvesini korudu. Savaşacak gücü kalmamıştı ama yine de ayakta kaldı. Onu gören adamları cesaretlendi ve ona yaklaşan bütün o yılan adamları uzaklaştırdılar.’

Annesi gülümsedi ve Mat in yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. ‘ Ah Mat tamam senin dediğin gibi olsun. Bu tür şeyleri ben nerden öğrendiğini biliyorum ama’ dedi gülümseyerek. ‘ Sanırım artık o kayıprıhtım denen siteye girmeni yasaklamam gerekecek.’ Mat tam itiraz etmek üzereydi ki espiri yaptığını ortaya çıkaran bir gülümseme ile oğluna sarıldı.



Göz kamaştırıcı güzellikteki kanatlarından etrafa mavi beyaz pırıltılar saçarak sanki yaşamı kendi ağır çekimine uydururcasına hareket eden devasa ejdarhaya bakakaldı. Ejderhaya doğru kibirli bir bakış attı. İçinde büyümeye başlayan o korku hissini dizginlemeye çalıştı. 'Sakin ol' dedi kendi kendine ' Bu sadece her ejderhanın sahip olduğu genetik bir özellik.' Bunu çok iyi biliyordu ama yine de dizlerinin hafifçe titrediğini ve dişlerinin birbirine sıkı sıkıya kenetlendiğini fark etti. Devasa ejderha az ilerisinde durup ona doğru kafasını ağır hareketlerle çevirdi. Acelesi yokmuş gibi davranıyordu ve bu konuda oldukça haklıydı. Boyutlarına bakılacak olursa en az beş yüz yıl yaşamıştı. İnat ve gururla ayakta kalmayı ve dev yaratık ile böyle yüzleşmeyi deli gibi istiyordu ve bu yüzden bütün iradesini kullandı , fakat ağır ağır önce tek dizinin üzerine çöktü sonra da yere kapaklandı. Vücudu onun isteklerini yerine getirmekte pek başarılı değil gibi görünüyordu. Korkudan ve panikten kafasını yerden kaldıramıyordu, ama Maxen inatçılığı ve kararlılığı ile ün salmış büyük bir büyücüydü. Ejderhayı, en azından kendisine o ölüm getiren zehirli soğukluk dalgasını üflemeden önce görmeye çalıştı inatla.


Uyandı... İlk hissettiği omzundaki ve sırtındaki derin kesiklerden gelen derin acı sinyalleri oldu. Çoktan ölmüş olması gereken yerde yatıyordu. Sağlam eliyle yerden bir avuç toprak aldı ve eline gelen ince kum taneli sarı toprağı hissedince kahkaha atmak istedi, ama tek yapabildiği öksürmek ve bir kaç damla kan tükürmek oldu. Ölümü beklemek, ölümü istemek o an için en kolay seçenek gibi görünüyordu. Maxen bu düşünceleri aklının en uzak köşesine itti ve düşündü. Dikkatini ve konsantrasyonunu bir toparlayabilse onu buradan uzaklara taşıyacak olan büyüyü yapmaya başlayabilirdi, fakat ölümle burun buruna gelmişken büyü sözleri içindeki yaşam enerjisi gibi sönerek yok oluyordu. Güneşin yakıcı ışınlarından çatlamış ve kurumuş dudağını ağzındaki kan ile ıslattı. Çöl… diye düşündü. Kazanacağına o kadar emindi ki rakibi ile karşılaşacakları yer olarak bir çölü uygun görmüştü. Ne de olsa o ünlü büyücü Maxen' dı. Kendisini duello teklif eden bu taşra büyücüsünü tabii ki yenecekti ve eğer rakibi yara alacak olursa kaçamasın diye de koca bir kum yığınını seçmişti. İçinden kahkaha atmak istedi. Hayatının en büyük hatalarını yapmıştı ve hepsini de bir güne sığdırmıştı. Belki de yaşayacağı son güne. Kibir ve rakibini küçük görmek. Ancak bir salaktan beklenebilecek hatalardı. Sonra rakibi aklına geldi. Yaptıkları duello. Hayır... Rakibi hile yapmıştı onu aldatmıştı. Savaşın o adrenalin dolu anlarına geri gitti. Duelloyu kazanıyordu onu büyüsü ile hapsetmişti, fakat rakibi kullanmaması gereken inanılmaz güçlü bir büyülü eşyayı kullanmış ve onu arkasından vurmuştu. Vücudu öfke ile alevlendi. Kalp atışları gittikçe hızlandı. Demin ihtiyacı olduğu halde yapamadığı büyüyü hırsı ve kini ile havada ördü. İşe yaramıştı. Az önce Maxen'ın yattığı yerde kırmızı bir kan gölü ve çöl kumlarından başka bir şey kalmamıştı.


Beyaz ve gümüş renkli yerlere kadar gelen sakalını okşadı uluların ulusu büyü tanrısı. Bu Maxen denen adam bir insan için oldukça sıra dışı bir güç gösterisinde bulunmuştu. Eh… Eğer bu adam yaşarsa onu nasıl olsa bir şekilde bulurdu, ama şimdi ilgilenmesi gereken bir sürü iş vardı. Tapınaklarında ona daha fazla para için dua eden insanlar, maden için yalvaran cüceler, statü isteyen elfler, çok azı da mutluluk istiyordu. Bunların nesi vardı böyle? Bir gün öleceklerini fark edememişler miydi daha?