Kimim Ben? -Son Bölüm-

Posted by Malkavian On 21 Şubat 2011 Pazartesi 2 Kişi Düşüncesini Belirtti

Kimim Ben?
Son Bölüm


Çok iyi hatırlıyorum. Milattan Önce 40 yılında Büyük Roma Krallığı kıtanın dört bir yanındaki fetihlerden sonra yorgun düşmüş hasta bir adam gibiydi. Sınırları bütün Akdeniz kıyılarına yayılmıştı. Fakat ülke içten içe kaynıyordu. Krallık rejimini devirmeye çalışan asiler her yerde boy göstermeye başlamıştı. Bu da yetmiyormuş gibi barbar kabilelerin saldırıları gün geçtikçe artıyordu. Senato adı verilen, gücü halka dağıtmayı vaat eden topluluk söz sahibi olmaya başlamıştı. Roma içten içe zor günler geçiriyordu belki ama sarsılmayan ve kuvvetini yitirmeyen ordusu hala dimdik ayaktaydı. Hatta her zamankinden bile güçlü konumdaydı. Lejyonların başındaki komutanlar sarsılmaz bir otorite ile gittikleri her yerde isyanları bastırıp başarıdan başarıya koşuyorlardı.

Bana verilen emirle yüzyıllardır uygun birini arıyordum ve şimdiye kadar bir sonuç alamamıştım. Fakat karşımda duran IV. Lejyonun komutanı güçlü, çevik ve asi bakışlı genç umut vaat ediyordu. Onu birkaç yıl takip ettim. Daha yirmi beş yaşına yeni basmıştı, fakat şimdiden general olmak için güçlü bir adaydı. İstisnasız bütün adamları ona sevgi ve derinden gelen bir saygı duyuyordu. Bunun nedenini başta anlamamıştım. Ta ki onu savaşta görene kadar… Etrafında savaşanların gürültüsü ve düzensiz tepinmeleri arasında bir kaplan gibi kendinden emin, sessiz ve sakin bekliyordu. Yanına yanaşmaya cesaret edenlerin üzerine bir anda pençelerini indirirken kalın ve gür sesiyle bir yandan krallığının ismini haykırıyordu. Duyguları olmayan ben bile zaman zaman bu savaş çığlığından etkileniyordum. Muharebe alanında tam bir ölüm makinesiydi. Bunun yanında strateji ve alan seçiminde o kadar başarılıydı ki ordusunun kaybetmesi neredeyse imkansızdı.

Bir gün dondurucu sabah soğuğunun, doğan güneşle yeni yeni kırılmaya başladığı erken bir vakitte, Güneyden bir haberci geldi. Habercinin söylediğine göre saksonlar Kuzeyden harekete geçmiş, büyük bir ordu ile sınıra dayanmışlardı. Kral bütün ordularına derhal saksonların ilerleyişini durdurmasını emretmişti. Son gelen haberle birlikte zor şartların sert çizgilerle süslediği yüzünde canlılık veren bir gülümseme oluştu genç komutanın. Kuzey toprakları bir zamanlar yaşadığı yerdi. Karısı ve ailesinin bulunduğu yer... Beş yıldır göremediği tüm tanıdıklarını görebilecekti belki de.

Hızla atına atladı ve bağırarak emirler verdi. Oraya giden ilk Lejyon olmak istiyordu. Gece gündüz yol aldı. Adamları haftalar süren yolculuktan bitkin ve bitap düşmüştü, fakat hiçbiri sesini çıkarmadı. Komutanlarını seviyor ve ona saygı duyuyorlardı. Zaten adamlarının çoğu Kuzey topraklarından geliyordu. Hepsinin yüzünde komutanlarının yüzündeki gülümsemenin birer yansıması vardı.

Ta ki o ana kadar… Gece gündüz dur durak bilmeden sevdiklerinin hasreti ile yol alan bitap düşmüş savaşçılar, eskiden yaşadıkları yerlerin üzerinde tüten kötücül kara bulutlarla karşılaşana kadar hep yüzlerinde gülümseme vardı. Şimdi derinden gelen bir hüzün ve öç alma isteği damarlarında kaynamaya başlamıştı.

Günler süren kanlı savaşlardan sonra IV. Lejyonun neredeyse dört katı büyüklüğündeki sakson ordusu zafer kazandı. Tabi buna ne kadar zafer denebilirse. Ölen her Romalı beraberinde iki rakibini götürmüştü. Büyük ovada son bir kişi kalana kadar savaş devam etti ve o kişi de alanın ortasında etrafı binlerce sakson ile çevriliyken bile kükremesine devam eden genç komutandan başkası değildi.

Hemen havada süzülerek yanına gittim. Dört kişiyle aynı anda dövüşüyordu. Hepsini de yere sermişti ve rakipleri ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Fakat yaraları çok derindi. Bitkinlikle yere devrilmeden hemen önce genç adamı kucakladım ve ovadaki saksonların şaşkın bakışları arasında onu bulutların üzerine taşıdım.

Yaralarından bir damla bile kan gelmeyene kadar bekledim. O kadar inatçı biriydi ki ölmesi günler sürdü. Üç gün sonra şafak vaktinde ruhu bedenini nihayet terk etmeye başlamıştı. Hemen ruhunu yakaladım ve sıkı sıkıya tuttum. Emirlere uyarak hiç bir şey söylemedim. Ona koyu gri, kenarlarında kadim bir lisanda yazılar olan bir cüppe ve sayfaları hiç bitmeyen tozlu bir kitap verdim. Kitabın tozlu sayfalarının yarısı isimlerle doluydu ve diğer yarısı da isimler yazılmak üzere boş bırakılmıştı. Üzerinde güçlü koruma rünleri vardı. Kitabı sadece sahibi açabilirdi ve artık kitap sahibini bulmuştu.

Söylememe izin verilen tek şeyi ona söyledim ve onu orada kendi kaderi ile baş başa bıraktım.

‘Sen artık bir ölüm meleğisin!’


----o----

Tam iki bin yıl önce olan bu olayı daha dün gibi hatırlıyorum. Ben Osgard, baş ulak, dünyada olup biten her şeyi üst kata taşıyan güçlü bir melektim. Kendi elimle ölüm meleği sıfatını verdiğim o genç Romalı keşke bu kadar başarılı olmasaydı diye zaman zaman düşündüğüm olmadı değil. İşini o kadar istekle ve kusursuz yapıyordu ki, daha ilk yüzyılında güçleri iki katına çıkarılmıştı bile. İki bin yıl sadakatle hizmet etti ve benden çok daha fazla güç sahibi oldu.

Nerede bir trafik kazası olsa, nerede bir savaş çıksa, nerede bir veba salgını olsa hep görevinin başındaydı. Kadın ve çocuk kimseye acımadan görevini yapıyordu. Lejyonunun başında sevdiklerine kavuşacağını düşündüğünde yüzünde oluşan sıcak gülümsemesi bir daha hiç kendini göstermedi. Kim bilir belki de kalbi de bedeni ile ölmüştü.

Şimdilerde en güçlü melek konumundaydı ve ondan güçlüsü yoktu. Ben ise son bin yıldır ona özeniyor ve onun güçlerini istiyordum. Sürekli bir açığını aradım ama hiç bu konuda başarılı olamadım. Ben Osgard’dım en güçlü ulak. Hızım ve zekam ile tüm melekler arasında ünüm artmıştı. Ta ki kendi elimle kendimden daha zeki ve çalışkan birini melek yapana kadar… Ama bu durum yakında değişmek üzereydi.

O kadar eksiksiz bir plan yapmıştım ki, neredeyse bir terslik olması imkansızdı. Hemen planımı uygulamaya başladım. Öncelikle yapmam gereken çok tehlikeli bir görev vardı. Ölülerin dünyasına gidip orada takılı kalmış bir ruhu kaçırmalıydım. Korumalara belli etmeden hızla bu diyara girdim ve aradığım ruhu kollarım arasına aldım. Ne olduğunu anlamamıştı bile. Hızla oradan uzaklaştım ve yaşadığımız gökdelenin hemen yanındaki büyük hastaneye yöneldim. Yeni doğan bebeklerden birinin içine ölüler dünyasından beraberimde getirdiğim ruhu yerleştirdim. Yirmi yıl sonra planımı uygulayacaktım ve ilk tohumu ekmiştim bile.

Vakit kaybetmeden ikinci durağıma yöneldim. Büyük büyücülerin katına çıktım ve en yeteneklilerinden biri olan Balthazar ile görüştüm. Ona, bana verilen mesajları yerlerine ulaştıramadığımdan dert yandım. İlgiyle nedenini sordu. Biz ulakların koruma büyülerini kaldırma yeteneğimiz yoktur. Güvenlik amacıyla bu yeti bize verilmemiştir ve bu konuda üsttekinin ne kadar haklı olduğunu da yirmi yıl sonra kanıtlayacaktım zaten. Fakat Balthazar’a dert yanmaya devam ettim. Mesajlarımı ulaştırmam gerekirdi. Ben baş ulaktım. Yine de Atlantis gibi büyü ile korunmuş alanlara mesaj ulaştıramıyordum. Beş yıllık yakınmalarım sonucunda Balthazar nihayet bana koruma kalkanını kaldırmak için gerekli büyüyü öğretti. Onu suçlamıyorum. Hain planımı sezmesi imkansızdı. Bir ulak koruma kalkanını kaldırsa ne olabilirdi ki.

Aradan yıllar geçti. Gökdelenin yanındaki hastanede doğan bebek büyüdü ve serpildi. Sürekli onu takip ettim her adımında yanındaydım. Ben isteyene kadar başına bir şey gelmesini istemiyordum. Efendim, sürekli nereye kaybolup durduğumu soruyordu ve ona her seferinde önemli mesajlar iletmem gerektiğini söylüyordum. Şüpheleniyordu içten içe fakat en nihayetinde onu melek yapan ulağa da saygı duyuyordu.

Yirmi yıl geçmiş ve ben artık her şeyimle planımı uygulamaya hazırdım. Çok yoğun olduğu bir gün efendimin masasının üzerinde duran kitabının yanına gizlice yaklaştım. Balthazar’dan öğrendiğim koruma kalkanı kaldırma büyüsünü yaptım. İnatçı bir kitaptı. Büyüyü ilk seferinde beş kere tekrarlamam gerekti, fakat sonunda istediğime kavuştum. İlk boş sayfaya sabırsızca geldim ve oraya şunları yazdım ‘Carolyn Emett’

Carolyn Emett, sıradan bir insan gibi görünebilir fakat her şeyin anahtarı ondaydı. Kızıl saçları, beyaz teni, çilleri ve umut dolu bakan renkli gözleri ile bir zamanlar Roma ordularına komuta etmiş genç bir savaşçının eşine çok benziyordu. Evet şimdi hain planımın ne kadar kusursuz olduğunu yavaş yavaş anlıyorsunuz sanırım.

Ertesi gün her zamanki gibi kitabını alıp sabah erkenden listesindeki isimleri birer birer son yolculuklarına uğurlamaya çıktı efendim ve ben de bir kenarda planımın nasıl gelişeceğini sabırsızlıkla bekliyordum.

Düşündüğüm gibi oldu. Kalbinin bedeniyle beraber öldürdüğünü sandığım ölüm meleği, karısına bu kadar benzeyen Carolyn’i bir türlü öldürememişti. Hatta ona çarpmak üzere olan otobüsün önünden kurtarmıştı. Bu kesinlikle yasaktı. Yukardakinin işine karışmak büyük bir suçtu.

Her şeyin isteğim gibi gitmesinden duyduğum büyük haz ile Carolyn’in yanına gittim. Hiçbir şeyin eksik kalmasını istemiyordum. Kıza yaşlı bir adam görünümü ile gittim. Daha önce beni defalarca gördüğü için hemen tanıyıp kollarıma atıldı.

‘Büyükbaba seni özlemiştim!’ diyerek sevinçle kollarıma atıldı.

‘Bugün genç bir adamla tanıştın sanırım Carolyn. Onu iyi tanırım. Sevgi dolu ve yardımseverdir. Fakat biraz delidir. Kendini doğaüstü güçleri olan bir çeşit süper kahraman zanneder. Fakat bunun dışında çok iyi birisidir.’

‘Nereden biliyorsun bunu büyükbaba. Daha kimseye söylemedim bile! Bu adamda garip bir şeyler var. Sanki onu bir yerlerden tanıyorum ama bir türlü çıkartamıyorum.’

Gülümsedim ‘Ona iyi davran olur mu kızım.’ Dedim imalı bir tonda.

İşte olmuştu. Hem onu kurtarıp kahraman ve karizmatik görünen, hem de içten içe kırılgan bir noktası olan adama anında âşık olmuştu. Zaten bu onun ruhunda vardı. Onu hep bir yerlerden tanıyor gibi hissetmişti.

İlk seferinden sonra belki de yüzlerce kez gizlice ‘Carolyn Emett’ ismini deftere yazdım. Her seferinde Ölüm Meleği olması gereken kişi tarafından kurtarıldı. Artık planımın son aşamasına gelmiştim. Hızla bir hava limanına uçtum ve akşam en kalabalık seferlerin yapılacağı uçağın motorunu sabote ettim. Yaşlı adam görünümü ile gişeye gittim ve sabote ettiğim uçağın ekonomik sınıfından bir bilet aldım. Vakit kaybetmeden Carolyn’in yanına gittim. Zavallı kız yüzlerce kez ölümle buırun buruna gelmişti ve artık paranoya sınırlarını zorluyordu.

 ‘Büyük annen kalp krizi geçirmiş. Şimdi hastanedeymiş. Sana bilet aldım. Hemen yanına gidip ona yardım eder misin kızım?’

Yüzündeki paranoya verilen üzücü haberle birlikte yerini telaşa bıraktı. Hemen elimden biletleri kaptı ve üstüne ilk gördüğü kıyafetleri geçirerek evden çıktı.

Yüzümde kocaman bir gülümseme ile onun gidişini izledim. Son kez gizlice efendimin kitabının koruma kalkanını kaldırdım. Kendim yazmama gerek bile kalmamıştı o uçaktakilerin çoğunun ismi defterde kendiliğinden belirdi ve içlerinde Carolyn’in ismi de vardı.

Tıkır tıkır işleyen planımı size kısaca anlatayım isterseniz. Detaylarla sizi sıkmak istemem. Hizmetinde olduğum ölüm meleğinin görevini kötüye kullandığını üst katlara bildirdim ve bu akşamki uçak kazasını önleyeceğinden şüphelendiğimi söyledim. İzleyiciler kurulu hemen mesajıma yanıt verdi ve sevgili Romalı komutanımızı incelemeye başladılar. Gün boyu bütün görevlerini eksiksiz yerine getirdi. Hatta on yaşında kalp krizi geçiren çocuğa bile acımadan canını aldı.

Büyük yolcu uçağı havalandı ve havalanmasından beş dakika sonra çin mahallesinin üzerindeyken motoru arıza yaptı. Uçak düşüyordu ve ölüm meleği her talihsiz olayda olduğu gibi yine oradaydı. İsimlere göz gezdirdi ve Carolyn’in ismini gördü. Bir ikilemde kalmıştı. Karısına benzeyen kişiyi kurtarmak bir şeydi, koca bir uçak dolusu insanı kurtarmak ayrı bir şeydi. Hepsinin hayatlarını değiştiremezdi. Buraya kadarmış diye düşündü içinden ve arkasını dönüp uçağın düşmesini bekledi. Son anda ne oldu bilmiyorum ama uçak binalara çarpıp parçalanmadan saniyeler önce fikrini değiştirdi. Fırtına gibi hızla hareket etti ve uçağın bozulan parçasını tamir etti. Uçak yine de bu kadar hızlı toparlanamazdı. Alttan uçağı ittirdi ve geri rotasına soktu. Havada süzülüp uçağın gitmesini izlerken şaşkınlık, pişmanlık ve yorgunluk hissetti. İzleyiciler kurulu yeterince delil görmüştü. Bütün güçlerini o havadayken aldılar ve onu ölümlü olarak bıraktılar. Binalara çarpa çarpa ne olduğunu anlamadan yüzünde garip bir ifade ile düşüşü görülmeye değerdi.

Sonunda başarmıştım! Yolumda duran tek engel, tekrar insan olmuştu ve acınacak halde yağmurla ıslanmış çin mahallesinin ara sokağında kıpırtısız yatıyordu.

Ertesi gün cüppe ve kitap bana teslim edildi ve yeni görevime hemen başladım. Beklenmedik bir misafir dışında her şey yolundaydı.

----o----

En sevdiğim kılığıma bürünmüş, birinci sınıf takım elbiselerim içinde on yedinci yüzyıldan kalma şarap kadehimden yudumlar alıyordum. Gökdelenin camından görünen manzara bir harikaydı. Arkamı dönmeden gelen misafirimle konuşmaya başladım.

‘Şu haline bak. Seni neredeyse tanıyamayacaktım. Oyun oynamayı sevdiğini biliyorum ama bu kadar berbat kılıkta seni görmeyi beklemiyordum.’ Resmen acınacak haldeydi.Daha arkamı dönmeden söylediğim bu cümleye şaşırmıştı. Kafası oldukça karışıktı.

 ‘Ee günün nasıl geçti?’ diye sordum

‘Eh işte her zamanki gibi… Ya senin günün nasıldı?’ diye kaçamak bir cevap verdi.

‘İnsanları bilirsin. En sevdikleri şeyi almaya geldiğimi öğrendiklerinde her seferinde yaygara kopartmanın bir yolunu buluyorlar.’ Bunu söyleyip düşüncelerini tartmaya çalıştım. Neye dönüştüğünden emin olmalıydım.

‘Haklısın. Hep aynı şeyler. Üzerime bak. Sırılsıklam oldum. Yağmur tüm gün devam etti.’  Dedi sıkkınca. Sesindeki belirsizlik beni deli etmek üzereydi. Normalde ne hissettiğini hemen anlamam gerekirdi.

‘Takımlarımdan birini ödünç verebilirim.’ Diye öneride bulundum.

Başını salladı ve bana yolu göstermem için işaret verdi.

‘Herhangi birini seçebilirsin. Seninmiş gibi rahat et.’ Dedim ve suratındaki şaşkın ifadeyi görünce içten içe gülümsedim.

 ‘Elbiselerimin yerini gösterdiğin için teşekkürler. En sevdiğim takımımı özlemişim.’ Dedi.

‘Bak. Oyun oynamayı bırakalım. Hafızanı kaybettiğini biliyorum ve muhtemelen var gücünle onu geri getirmeye uğraşıyorsun. Fakat bilmen gereken bir şey var. Hafızanı, gücünü ve tüm bunları kendi isteğinle bıraktın.’ Ellerini iki yana açtım ve tüm çatı katını içine alan bir hareket yaptım.

‘Demek bütün bunlardan kendi isteğimle vazgeçtim öyle mi? Peki bunu ne halt etmek için yaptım Osgard?’

O sırada ilham perisi içeri girdi ve arka odalardan birine doğru uçtu. Çıktığında en sevdiği yaşlı adam kılığına bürünmüştü.

‘Bak bunların şu anda içinde bulunduğun durum söz konusu olunca anlamsız geldiğini biliyorum. Fakat bana güvenmelisin. Sana bilmen gereken kadarını anlatacağım ama daha fazlasını bilmen hem senin hem de bütün bunları uğruna feda ettiğin kişinin tekrar tehlikeye girmesine sebep olur.’ Dedim ve teleskopu işaret ettim.

İlgiyle teleskopa baktı ve bir şeyler hatırlamaya başladı. Hemen konuşmaya devam ettim.

‘İnanması zor gelebilir ama sen bir ölüm meleğiydin.’ Üzerimdeki büyüyü kaldırdım ve eski halime döndüm. ‘Bu cüppe ve bu kitap sana aitti. Ta ki sen öldürmen gerekenlerden birine aşık olana kadar. Onun ismi sürekli karşına çıkıp durdu ama sen onu öldürmeyi reddettin. En sonunda bu seni zayıflatmaya başladı. Bir gün zayıfladığında yerine geçecek ölüm meleğinin onu öldüreceğine emin olunca yukarıdaki ile bir anlaşma yaptın. Tüm güçlerini ve tüm varlığını bu kızın hayatına karşılık feda etmeyi teklif ettin. Kurul bunu kabul etti ve işte buradasın. Hafızası kaybolmuş bir insan. Yeniden sevdiği kişiyle yaşam bahşedilmiş biri...  Yerinde olsam daha fazla geçmişi kurcalamazdım ve tekrar bahşedilen yaşamın tüm nimetlerinden yararlanırdım. Karşı bina yirmi üçüncü kat.’

Kafası çok karışıktı ama kızılın bahsinin geçmesi bile onu ikna etmek için yetmişti. Her zaman söylerim en iyi yalan, doğrulara dayandırılandır.

Bana dalgınca teşekkür etti ve karşı binaya doğru yola koyuldu.

‘Dur bir dakika.’ Dedim. En azından bunu ona borçluydum.  Kafasını iki elim arasına aldım ve hafifçe alnına doğru üfledim.

----o----

Bay Osgard’a inanıp inanmamak arasında gidip gelen düşüncelerim karşı apartmanın yirmi üç numaralı kapısı aralanınca uçup gitmişti. Geçmişte ne olursa olsun umurumda bile değildi. Kapıyı ürkek bakışlarla açan kızıl ile bir ömür geçirecektim. Bu bana yeter de artardı bile.

----SON----

Kimim Ben? -Bölüm IV-

Posted by Malkavian On 17 Şubat 2011 Perşembe 0 Kişi Düşüncesini Belirtti

Kimim Ben?
Bölüm IV



Kafam düşüncelerle dolu, yavaş adımlarla alışveriş merkezinden çıktım. Az ileride ana yolun kenarında duran otobüs durağına doğru adımlarımı hızlandırdım. Köşeyi yeni dönüp durağa yaklaşan ve yan tarafında devasa bir diş macunu reklâmı olan ilk otobüse bindim. Biner binmez sanki bana ayırmışlar gibi yabancılık çekmeden soldan üçüncü sıranın cam kenarına oturdum. Kafamı her zaman yaptığım gibi cama dayadım ve manzarayı seyretmeye koyuldum.

Durun bir dakika! Her zamanki gibi kafamı cama mı dayadım?! O lanet Fransızın bilgisayarından aşırdığım adrese nasıl gideceğimi biliyordum ve bunu defalarca yapmıştım. İşte bu keyfimi yerine getirdi. Hafızam bana uzaktan el sallamaya başlamıştı.

Hafızamın yerine geliyor olması güzeldi fakat bu bulmacanın parçalarını bulmak çok uzun zaman alacağa benziyordu. Zira birinci sınıf takım elbiseler içindeki bir züppenin – evet o kişi ben oluyorum- otobüsle sık sık yolculuk etmesi gerçekten ilginçti.

Kafamda bu tezat durumu tartmaya başlamıştım ki otobüs hızla bir başka durağın yanından geçti. Durağın camekan rüzgarlıklarının arasında oturmuş kalın montunu boynuna kadar çekmiş, atkısını sıkıca dolamış yaşlı bir adam vardı. Yaşlı adamın ellerinde ışık, ısı, sevecenlik ve daha birçok şey yayan iki tane alev vardı. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat etrafın siyah beyaza yakın bir renk alması ve sadece adamın elindeki iki ışığın kor renklerinin birer nabız gibi atıp durması fazlaca ilginçti. Kafamı istemsizce tekrar yokladım. Darbeleri aldığım kısımlardaki şişlikler çoktan geçmişti. Biraz hızlı mı iyileşiyordum ne?

Duraktaki yaşlı adam hafifçe oturduğu yerden kalktı ve kendisine yaklaşan yaşlı çifte doğru elinde dünyanın en kıymetli şeyini tutuyormuş gibi yaklaştı. Elindeki alevler titreşti ve yaşlı çifte doğru adeta büyülü bir şekilde havada spiraller çizerek hızla yol aldılar. Alevler yaşlı çifte çarpınca parçalandılar ve kıvılcımlar etrafı havai fişek gösterisine çevirdi. Ağzım bir karış açık olan olayları izliyordum ve boynumu kırmak üzereydim. Zira otobüs tüm bu olaylar olurken hareketine devam etmişti. Otobüs köşeyi döndü ve yaşlı çift görüş alanımın dışına çıktı. Pencereden bakmaya devam ediyordum. Dünya normal rengine geri dönmüştü. Acaba yaşlı çifte ne oldu? Gibisinden bir soru soruyor olmalıydım şu anda kendime. Fakat bunun yerine az önceki sahnenin neden bana tanıdık geldiğini düşünmekle meşguldüm.

Bir sonraki durakta otobüs sert bir fren yaparak durdu. Ayaklarım düşünceli aklımın kontrolünü eline aldı ve beni hızla otobüsün dışına taşıdılar. Defalarca gelmiş olmanın verdiği o tanıdık his ile kendimden emin yoluma devam ettim. Büyük bir gökdelenin önüne gelince içeri girdim. Güvenlik görevlisi yüzüme gülümsedi ve rutin bir selam verdi. Yüzü tanıdıktı. Ama nereden?

Asansöre binip en üst katın düğmesine bastım. Oldukça seri çalışan bir asansördü kırk beş katı saniyeler içinde çıktı ve tiz bir ‘ding’ sesi eşliğinde beni dışarı uğurladı. Çatı katında tek bir kapı vardı. Eh zaten tanıdık gelen de tek bu kapıydı. Ellerimle kapıyı ittirdim ve iki yana açılan büyük kapıların hemen arkasında başlayan kırmızı halıya adımlarımı attım. Geniş pencerenin hemen kenarında muazzam manzarayı izleyen, birinci sınıf takım elbiselerinin içinde, elindeki kaliteli kadehten şarabını yudumlayan adam arkasını bile dönmedi.

‘Şu haline bak. Seni neredeyse tanıyamayacaktım. Oyun oynamayı sevdiğini biliyorum ama bu kadar berbat kılıkta seni görmeyi beklemiyordum.’

Demek oyun oynamayı seviyordum ve bu birinci sınıf elbiselerin içinde salaş görünüyordum öyle mi? İşte bu ilginçti. Gülümsemekle yetindim ve ekledim; ‘Beni bilirsin…’ lanet olasıca daha arkasını bile dönmemişti.

O da gülümsedi. Beni uzun zamandır tanıdığını her hareketi ile belli ediyordu. Bir şekilde ondan, bende eksik olan bulmacanın parçalarını almalıydım ve bunu yaparken onu şüphelendirmemeliydim.

Hala bana arkası dönüktü ve rahat bir tonda konuşmaya başladı ‘Ee günün nasıl geçti?’

Arkasını dönmesi bende bir güven hissi yarattı. Bu adam büyük bir ihtimalle düşmanım değildi. Yeteneklerim ve hızım söz konusu olunca, bir düşmanın bana arkasını dönmesi onun için pek de iyi olmayan sonuçlar doğurabilirdi. Sorusuna gelince. Hiç bir şeyden şüphelenmemesini sağlayacak tek bir yanıt vardı.

‘Eh işte her zamanki gibi… Ya senin günün nasıldı?’

‘İnsanları bilirsin. En sevdikleri şeyi almaya geldiğimi öğrendiklerinde her seferinde yaygara kopartmanın bir yolunu buluyorlar.’ sesinde bariz bir şüphecilik vardı. Sanki bu arkası bana dönük adam beni gizlice tartıyordu.

Söylediklerine bakacak olursam artık kesinlikle emin olduğum tek bir şey vardı. Karşımda sert bir kaya gibi duran, kötü bakışlı Bay Osgard gibi ben de bir mafyaydım.

‘Haklısın. Hep aynı şeyler. Üzerime bak. Sırılsıklam oldum. Yağmur tüm gün devam etti.’ Dedim sıkkınca. Hep savunmada kalarak hem daha fazla bilgi edinemeyeceğim açıktı, Hem de karşımdaki bu tehlikeli meslektaşımı şüphelendirmek istemiyordum.

‘Takımlarımdan birini ödünç verebilirim.’ Diye öneride bulundu. Sesinde keskin bir merak tadı alıyordum. Sahi insanların hislerini nasıl bu kadar kesin ve net bir şekilde anlayabiliyordum ki?

Başımı salladım ve yolu göstermesini işaret ettim kibarca. Beni odasına götürürken yüzünde gizlemeyi başaramadığı bir gülümseme vardı ve sesi artık daha kendinden emin çıkıyordu.

‘Herhangi birini seçebilirsin. Seninmiş gibi rahat et.’ Dedi ve giyinmem için odadan çıktı. Odadan çıkarken kendinden emin sesinde neşe çığlıkları vardı.

Dolabı açtım ve dördüncü sırada olduğuna emin olduğum en sevdiğim takımımı üzerime geçirdim ve bunu yapar yapmaz kafamda o sıradan yarışmalarda elenen insanlara çalınan melodi vardı. Osgard beni kendi odama getirmişti ve ben salak gibi ona teşekkür etmiştim. Daha ilk dakikadan zayıflığımı göstermiştim. Eh en azından biraz da olsa dostum gibi görünüyordu.

Dışarı çıktığımda kol düğmelerimi takmakla meşguldüm ve rahat bir tonda ‘Elbiselerimin yerini gösterdiğin için teşekkürler. En sevdiğim takımımı özlemişim.’ Dedim.

Osgard’ın bariz gülümsemesi hafiflese de yüzünde oyalanmaya devam etti. Bana şöyle bir göz gezdirdi.

‘Bak. Oyun oynamayı bırakalım. Hafızanı kaybettiğini biliyorum ve muhtemelen var gücünle onu geri getirmeye uğraşıyorsun. Fakat bilmen gereken bir şey var. Hafızanı, gücünü ve tüm bunları kendi isteğinle bıraktın.’ Ellerini iki yanına açıp tüm çatı katını içine alan bir hareket yaptı.

‘Demek bütün bunlardan kendi isteğimle vazgeçtim öyle mi? Peki bunu ne halt etmek için yaptım Osgard?’

Osgard cevabını vermek için ağzını açmıştı ki açık olan arkadaki pencereden onlarca siyah kuzgun aniden geniş çatı katına girdiler. Koridorlardan heyecanlı kanat çırpışları ile geçip, arkadaki kapısı açık olan odaya doluştular. Saniyeler sonra kapıdan az önce durakta gördüğüm yaşlı adam çıktı. Elinde alevleri yoktu ama o olduğuna emindim.

Osgard sakin ve yatıştırıcı bir ses tonu ile konuşmaya başladı. ‘Bak bunların şu anda içinde bulunduğun durum söz konusu olunca anlamsız geldiğini biliyorum. Fakat bana güvenmelisin. Sana bilmen gereken kadarını anlatacağım ama daha fazlasını bilmen hem senin hem de bütün bunları uğruna feda ettiğin kişinin tekrar tehlikeye girmesine sebep olur.’
Söyledikleri birden ilgimi çekmeye başlamıştı. Sesindeki garip tonun anlamını daha çözememiştim fakat uzun zamandır beklediğim bilgiler sonunda önüme gelmişti. Dikkat kesilip dinledim.

‘Neden bütün bunlardan vazgeçtiğini sormuştun. Kendi gözlerinle görmen daha iyi olacak sanırım. Böylece bana inanırsın.’

Eliyle hemen geniş pencerenin yanıbaşında duran teleskopu gösterdi. Karşıdaki çok katlı binalardan birine doğrultulmuştu. Sabırsızca teleskopa yaklaştım ve izlemeye başladım. Karşımda kızıl uzun saçları çıplak omuzlarına dökülen, beyaz teninin belirli yerleri çillerle kaplı, renkli gözleri dolu dolu ve umutla bakan bir kadın vardı. İki elim ile başımı tuttum. Büyük bir ağrı spazmı ile birlikte beynime kısa süreli anılar dolmaya başlamıştı. Bu anıların çoğunda karşımdaki kızılın hayatını kurtarıyordum. Yolun ortasında dururken, filmlerdeki gibi ona sarılıp beraber yandaki kaldırıma uçuyorduk, yanımızdan hızla bir otobüs geçerken. Bir diğerinde suda boğulurken bir cankurtaran gibi çevik hareketlerle ona doğru yüzüp, kenara taşıyordum. Bir seferinde yediği bir şey boğazına kaçmıştı ve boğazındaki parçayı çıkarıyordum. Arkasından gelen bıçağını çekmiş yankesici ona ulaşmadan tam önce oraya varıp, yankesicinin bıçağı tutan bütün uzuvlarını kırıyordum. Bunun gibi yüzlerce sahne gözümün önünden geçti ve gözlerimi teleskoptan ayırdım. Şaşkınlığımı saklayamadan gözlerim bir karış açık Osgard’a bakmaya başladım.

Aklımda hala son gördüğüm sahne vardı. Yıkık dökük binaların arasında duran kızılın görüntüsü.