'Hoşgeldin Stan. Kapı açık girebilirsin' diye bağırdım içeride oturduğum koltuktan. İşte başlıyoruz. Kısa bir bakış, 10 saniye bile Stan'i tanımama yetti. Daha o kapıyı çalmadan içeriye buyur etmemin ardından vücudunda akan kanın hızlanmasını, kalp atışlarının davulu andıran sesini, vücudundaki her kasın gerginlik içinde kasılmasını, alnında oluşan küçücük ter zerreciklerini hissettiğim gibi onun ruhunu ve canlılığını da hissettim. Tahmin ettiğim gibi makul ölçülerde ırkımdan korkuyor ve bir yanı da benimle konuşmak ve içindeki merakı gidermek için yanıp tutuşuyordu.
'Merhaba Vlad. Öncelikle beni buraya kabul ettiğiniz için...' Benimle temasa geçen belki de onüçüncü gazeteciydi Stan. Hepsine hikayemi anlattım ama içlerinden hiçbiri bunları yayınlatamadı. (Neden acaba? Varlığımızı hala birçok insan kahrolası bir peri masalı sandığı için olabilir mi?)
'Bu kısımları atlayabilirsin teşekkürlere harcayacak vaktim yok. Merak ettiğin asıl şeyi sor.' (Vaktim yokmuş... Saçmalık. Dünyada en bol vakti olan kişilerdenim. Lanet bir ölümsüzüm ama yine de güzel bir tabir ve kişileri aklındakileri anlatması için ikna ettiği sürece bir fok balığı olduğumu bile söyleyebilirim.)
'İlk gün... Yani ilk dönüştürüldüğünüz zaman neler hissettiniz?' Cebinden bir kayıt cihazı çıkartıp masaya koydu ve sorusunu cihazı çalıştırmadan sorduğu için dudaklarını ısırdı. Tekrardan soruyu sormakla sormamak arasında gidip geliyordu ve ben bu sahneye daha fazla dayanamadığım için cevap verdim:
'Pekala... Karnın açken gözüne mükemmel görünen kokusunu 10 metre öteden alabildiğin yemeklerin, tatlıların, meyvelerin tokken gözüne nasıl göründüğünü düşün. İşte biz de gözlerimizi böyle bir isteksizlikle geceye açarız. Her pazartesi aynı işe gideceğini, aynı şeyleri yapacağını bildiğin için pazar gecesinden üstüne çöken isteksizlikle sokaklarda dolaşırız. Heryer karanlığa gömüldüğünde küçücük bir mumun bile sana ne kadar değerli geldiğini düşün. Ölüm olmadığı zaman yaşam da değerini yitiriyor. Sırf bu yüzden bazılarımız işi ilginçleştirmek için çeşitli oyunlar,hileler yapıp yönetimde veya önemli yerlerde kendilerini gösterirler. Sırf bu sıkıntıyı ve isteksizliği biraz olsun entrikalarla azaltabilmek için. Bana sorarsan kendilerini daha derin bir bataklığa saplıyorlar.'
'Peki şu an beni etkin altına alıp bunlara inandırmaya çalışmadığını nerden bilebilirim. Bunu yapabildiğinizi duymuştum' Bir mendille alnındaki teri sildi ve gergince cevap vermemi bekledi
'Hadi ama biz sihirbaz değiliz. Sadece doğru olan şeyleri birazcık vurgulayabiliriz ki böylece gerçek siz ölümlülerin gözüne daha kolay görünür olsun. Mesela sana bütün elmaların aslında siyah renkli olduğunu söylesem bana inanır mıydın? Sanmıyorum.* Ayrıca sevgili dostum...** Sizleri inanmadığınız birşeye inandırmaya çalışmak özgür iradenize müdahale olurdu. Ben bunu açıkçası pek etik bulmuyorum.***
* Aslına bakarsanız bunu yapmak mümkündür hatta defalarca yapmışlığım vardır. Bir insanın kalp atışlarını 1-2 metre öteden duyup damarlarında kanın akışını hissettiğimiz gibi bir insanın neye inanıp neye inanmayacağını da kestirebiliriz. Bu da bize karşımızdakine inanabileceği sınıra kadar yalan söyleme yetisini verir.
**Aslında siz insanları kandırmamıza bile gerek yok. Örneğin şu an karşımdaki insan sırf elimde yeterli ve fazlası güç olmasına ve ben kötülüğün saf formu olmama rağmen ona zarar vermediğim için beni güvenilir statüsüne koydu. Kendini kandırmakta sizler kadar üstün bir ırk yok bunu bütün içtenliğimle söylüyorum.
***Etik bulmuyorum ama bu kimin umrunda ki...En azından benim olmadığı kesin
Vlad- Gün Belirsiz (Günlüğümün bu sayfasının ilerleyen satırlarında belirteceğim)
Uyanış. İlk hissettiğim ağzımdaki garip tat ve içimdeki derin boşluktu. Göz kapaklarımın inanılmaz ağırlığına rağmen inatla gözlerimi açmayı dendim. Gözlerimi açıp açmadığımdan pek emin değilim ama birşeyler görmeye başlamıştım bile. Kendimi bir uçakta seyahat ederken buldum. Oldukça alımlı, esmer, mini etekli bir hostes hanım bana doğru gülümseyip ' Sizin için başka yapabileceğim birşey var mı efendim?' diye sordu. Elimdeki viski bardağını hafifçe kaldırıp tam teşekkür etmek üzereydim ki kendimi pahalı bir Fransız restoranının koyu kırmızı hatta bordoya çalan atmosferinde buldum. Elimdeki viski bardağı şarap kadehine dönüşmüştü. Karşımda duran oldukça güzel, hafif balık etli, sarışın bukleleri olan hanımefendi oldukça içten bir kahkaha atıyordu.* Ben de bu neşeye ortak olmak için kahkaha atmaya başladım ama komando kıyafetleri içinde kirli sakallı iri yarı bir adam kocaman elini ağzıma kapatıp sessiz olmam konusunda beni sert bir dille uyardı ve kaşlarını çatarak uzaklarda bir noktaya bakmaya başladı. Silah sesleri o kadar yüksekti ki bağırarak şarkı söylesem bile kimse beni duymazdı. Yakınıma düşen bir el bombasının etkisini biraz olsun azaltabilmek için geriye bir adım attım ve düşmeye başladım. İlk baştaki olaylara tepki verme isteğimi dizginleyip yaşamış olduğum ve benim için yaşanan hayatların** anıları içime tekrar dolarken hareketsiz kaldım.
Sonunda bu yorucu işlem tamamlandığında gözlerimi yavaşça araladım. Önümde rahat beyaz kumaş elbiseler giyinmiş iki insan duruyordu. İkisi de oldukça esmerdi ve kömür gibi saçlara sahipti. Ayaklarındaki sandaletlere ve ne kadar temiz olsalarda üzerlerindeki toz zerreciklerine dikkat edince çöl iklimi olan bir bölgede olduğumu anladım. Derin rutubet ve çürümüşlük kokusu odaya hakimdi ve bu koku benden geliyordu. Üzerime baktığımda lanet olası birinci sınıf, özene bezene ve oldukça bedel ödenerek alınmış takım elbisemin toza dönüştüğünü üzlerek fark ettim. Karşımdaki insanlar fal taşı gibi açılmış gözlerle temkinli bir mesafeden ne yapacağımı kestiremediklerini belli eden bir tedirginlikle beni bekliyorlardı. Bayan olanın elinde kendi giydiklerine benzer beyaz kıyafetler olduğunu fark ettim. Eh gözlerimi açmaktan biraz daha fazla hareket beni öldürmezdi! Değil mi? Hele ki ölümden yeni dönmüş birini kesinlikle öldürmezdi... Vücudumdaki her bir kemiğin birleşim yerlerinden gelen gıcırtı ve çıtırdama sesleri geniş odada yankılandı. İlk hareketimle birlikte derin bir rahatlama hissettim. Önce durduğum yerde doğruldum ve keyifle iki insanın bir adım gerilemelerini izledim. Derin rutubet kokusundan ve ortamdaki serin havadan çıkardığım kadarıyla yeryüzünden oldukça aşağıda bir yerdeydim. Bulunduğum geniş odayı aydınlatmak için yüzeyden odaya kadar bir ayna sistemi yerleştirilmişti. Dışarıdaki güneşin yakıcı ışınları bu odayı ancak loş bir ışıkla aydınlatabiliyordu ve bu benim tahammül sınırlarım içerisindeydi. İnsanlardan kadın olanına dönüp parmağımla yanıma gelmesini işaret ederken parmağımdan gelen gıcırtı ve çıtlama sesi kadını oldukça tedirgin etti. Elbiseleri güvenli bir sınıra kadar getirdikten sonra devam etmek için içten içe kendini cesaretlendirmesini ve yüzünde oluşan ifadeleri izlerken oldukça eğlendim. Elindeki kıyafetleri nihayet bana uzattı ve saygısını belli eden hafif bir reveransla benden uzaklaştı (Aslına bakarsanız uzaklaşmaktan çok kaçmaya daha yakındı). Kıyafetlerimi giyinirken aklımda şiddetini arttırıp diğer bütün düşüncelerimin önüne geçen iki soru oluştu.
Birincisi; ben sıradan davranmayı, (Birini etkilemeye çalışmıyorsam) lafları doğrudan söylemeyi, (Karşımdakinin kafasını karıştırmak istemiyorsam) yapmacıklıktan uzak durmayı severim. (Evet bunu her zaman yapmaya çalışıyorum) Hal böyle olduğu için şimdiye kadar her kim benden birşey isterse doğrudan söyler ve iş bitince teşekkür ve ya küfür eder. Fakat, bu kadın sanki önemli biriymişim gibi saygılı ve çekingen davranıyordu.(Mezarları karıştırmış olmalı...)
İkincisi ise o lanet olasıca Stan' in*** beni uyandırması gerekiyordu bu iki hilkat garibesinin değil. Bunun dışında rahatsız edici bir tanıdıklık hissediyordum bu iki insana.
Kıyafetlerimi giyindikten sonra adımımı, koca pürüzsüz taşların üstüne birikmiş beş santimlik ince kuma attım ve yüzümü insanlara döndüm. Konferans vermeye hazırlanan bir profesör edası ile bir iki kere öksürüp ustaca ses tellerimi denedim. Herşey yolunda gibiydi. Ses tellerimi fazla zorlamamak adına fısıldayarak ' İçinizden biri bana burada ne haltlar döndüğünü anlatacak mı?' diye sordum. (Kendime not: Fısıldayan bir vampir insanlara oldukça korkutucu gelir. Bunu bir daha yapma!) İki üç adım gerilediler, arkalarını bir sütuna verdikten sonra yüzlerindeki tedirgin ifade merak ve aptal aptal bakışlara dönüştü. Suratlarının her karesinden söylediğim şeylerden hiçbirini anlamadıkları okunuyordu. Ben de sorumu bildiğim bütün dillerde (Toplam 15 dilde) tekrar ettim. Hala bir reaksiyon alamamış olmam bende ufak da olsa bir merak uyandırmaya başlamıştı. Sonunda erkek olan elini göğsüne götürerek 'Thar' dedi. (Bilirsiniz filmdeki gibi Tarzan-Jane, Jane-Tarzan) İşte yine o saygı dolu eğilme.. Sonra çekingen bir ses tonu ile devam etti. ' Avente di tira senta'
Aptal aptal bakma sırası bana gelmişti ve bunu hakkını vererek yaptım. Uzun süre - yaklaşık 3 dakika- duraksadım. Bir aydınlanma hissi eşliğinde kelimelerin anlamını çözdüm ve insanlara dönüp ' Lanet olasıcalar Latinceye ne yaptınız böyle!' dedim. Sesim istediğimden biraz yüksek bir tonda çıkmış olmalı ki kadın bir çığlık atıp kaçmaya başladı. Thar da aynısını yapmak üzereydi ama onu kolundan sıkı sıkıya tuttum ve Latince ' Bana hangi yılda olduğumuzu söyle' dedim. Biraz çekindi ve ağzında birşeyler geveledi. Anlamadığımı görünce duraksadı ve işaret parmağını bana gösterdi. Ardından yerdeki kum tabakasına parmağıyla yukardan aşağı doğru düz bir çizgi çekti. Durdu ve bu sefer elini açıp beş parmağını bana gösterdi ve yere bir ' V' işareti yaptı. Başımı salladım ve iki elimi ona gösterip yere 'X' yazdım. Anladığımı gördüğünde derin bi rahatlama ile yere şunları yazdı: 'II-IV-III-VII'
Gözlerimi fal taşı gibi açıp okkalı bir küfür savurdum. Adamı bu zayıf halimle bile olsa hızlıca kendime çekip dişlerimi boynuna geçirdim. Yıllardır... Düzeltiyorum her ne halt olduysa artık yüzyıllardır çektiğim susuzluğu giderircesine kana kana içtiğim ılık kanın boğazımdan aşağıya inerken bıraktığı tarif edilemez güzellikteki tadı içime çektim. Damarlarıma yayılan güç ile dolup taştım. Bu karşımdaki insan bozmasının (Tadı insan gibi değildi... Birşeye benziyordu ama çıkaramadım. Takdir edersiniz ki biraz meşguldüm) bütün anıları bir bir hafızama nüfuz ederken**** hayretler içinde kaldım.
Thar ölümün sınırına yaklaşmadan önce onu bıraktım ve dayanılmaz kanın tatlı çekiminden büyük bir isteksizlikle ondan uzaklaştım. İçime dolan yeni gücün ihtişamı ve güveni ile titredim. Sonra ilk başta adamın bana ne dediği aklıma takıldı. ' Büyük efendiler uyandı' demişti. Bu ne saçmalıyordu böyle. Büyük efendiler de kimdi?
*Oldukça güzel bir espiriydi sanırım. Kaçırmış olmam ne yazık.
**Irkım sadece beslenme amacıyla insanlardan yararlanmaz. Kanınızın tadını aldığımızda yaşanmış anılarınızın da bir kısmını alma yetisine sahibiz.
***Evet doğru tahmin ettiniz gazeteci olan. Eh ne diyebilirim ki benimle tanışan her insanın yaşamı şu veya bu şekilde değişir.
****Şimdi bana neden bunu ilk başta yapmadın diyenleri duyar gibiyim. Ben ölümsüzüm dostlarım işleri gereğinden biraz fazla uzatmak umrumda bile değil. Aslında bundan zevk bile alıyorum.
Vlad, 27 Ocak 1452
Dondurucu bir kış günüydü. Hiçbir yere kar yağmamıştı ama esen en ufak rüzgar bile insanın kemiklerine işleyen bir soğuğu beraberinde getiriyordu. Yürüdüğüm etrafı çimlerle kaplı çamur patikanın ilerisinde iki kadın bana doğru yaklaşıyordu. Ellerimi ağzıma götürüp nefesimle ellerimi ısıttım*. Kadınlardan biri ekinleri hakkında yakınıyordu. ‘ Asıl soğuğu biz yiyoruz. Ekinlerimiz hep heba oldu. Surların içerisinde yaşayanlar için hava hoş tabi…’ Bana soracak olursanız bir insan yeterince boş kalırsa yağmurun neden yukarıdan aşağı yağdığı konusunda bile yakınabilir.
Bu insanlara duyduğum tiksintiden mi yoksa botlarımın çamura bulanmasından sıkılmamdan mı bilmem patikadan ayrıldım ve en yakındaki kasabaya doğru yöneldim. Bir iki saatlik yürüyüşün ardından geniş bir mezarlığın yanından geçtim. Mezarlıklardan nefret ederim. Ölme lüksüne sahip bir sürü insan ile dolu bir yer ve çoğunu oraya ben gönderdim.
Ben Vlad dostlarım** dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kiralık katili. Boşuna zahmet edip araştırmayı denemeyin. Adımı tarih kitaplarında bulamazsınız. Çünkü tarih kitapları kilit görevdeki insanları öldürüp halkına koca bir savaşı kazandıranları asla yazmaz, savaşta bire bir çarpışıp hayatlarını kaybedenleri nadiren yazar. Hayır… Tarih kitapları parası olan soyluları ve kralları yazar. Çünkü kağıt oldukça pahalıdır ve yazarlar açgözlüdür. Hem ayrıca adım bir yerlerde geçiyor olsaydı bu işimi pek de iyi yapmadığım anlamına gelirdi. Size bir örnek vereyim tarih kitaplarında beni ancak bu şekilde görebilirsiniz. ‘’ Kosova Savaşı sonrasında savaş meydanını gezerken bir Sırp askerince sırtından hançerlenerek öldürülen 1. Murat…’’ Sizce de oldukça şüphe uyandırıcı değil mi?
Sonunda kasabanın binaları yavaştan kendilerini göstermeye başladılar. Bulutlu bir geceydi. Dolunayın geceyi gündüze çevirircesine etrafa saçtığı ışınlar koca bir bulutun arkasına gizlenmişti. Kasabadaki yegane taş binaya yaklaştım. Kapısında zırhlara bürünmüş iki tane nöbetçi dikkat kesilmiş etrafı izliyordu. Bu ise benim doğru yere geldiğimin işaretiydi. (Sıradan insanları pek öldürmem)
Arkaya dolanırken hızımı arttırdım ve karşıda duran ahşap binanın asma katına ayaklarımı atıp destek aldım ve tekrar taş binaya doğru zıpladım. Bir göz kırpması süresinde taş binanın terasındaydım. Kimsenin bu zarif hareketlerimi görüp takdir etmemesi ne yazık. Altımda kalan pencereye kaydım ve seri bir takla ile içeri girdim. Kolumdaki dart okunu çıkarırken sessiz bir küfür savurdum. Etkili ve hızlı ölüm sağlayan ısırgan zehrinin ekşimsi tadını damarlarımda hissettim. Neyse ki daha fazla ölemem! Daha dikkatli bir şekilde kocaman altın kaplama tahtalarla yapılmış şatafatlı yatağında yatan adama doğru ilerledim. Hızla ilerlerken büyük yuvarlak taş zemindeki bazı taşların arasında toz bulunmadığını fark ettim hemen adımlarımın bir iki tanesini yandaki duvara attım ve taşların normale döndüğü yerin güvenli zeminine zararsızca kondum. Bu tip tuzakları insanlar neden odasına koyar anlamıyorum. Buraya kadar girecek yeteneğe sahip biri genellikle bu tuzakları da atlatabilir. Hem ayrıca her sabah uyandığında bu tuzakları etkisiz hale getirmek daha büyük bir işkence olsa gerek. Uykuluyken birine basıp şimdiye kadar ölmemesi büyük şans. Belimde asılı olan tavşan derisi kılıfından en sevdiğim hançerimi çıkardım ve genç sayılabilecek sarışın uzun boylu atletik bir yapıya sahip adamın boynuna sapladım. Hemen hançeri çıkarıp seri bir şekilde kalbine ve karnına sapladım. (İşimi şansa bırakmayı pek sevmem). Boynunda asılı duran madalyonu kopararak avucumun içine aldım ve çatıdan çatıya atlayarak hızla geceye karıştım. 12. ordu komutanı Ilyus yazıyordu madalyonda. Gülümsedim. Bundan tam bir yıl sonra kuşatacağımız şehrin tam 12 tane ordusu vardı ve ben hepsinin komutanlarını öldürmeyi başarmıştım. Madalyonu cebime attım karargaha doğru yola koyuldum.
Ben Vlad. Dünyanın en iyi suikastçisiyim, ama ben bile hata yapabilirim. Yıllar önce oldukça gençken bana bir teklifle gelen Sırp hükümdarının teklifine aldandım ve bu halk için önemli birini öldürdüm. Paramı da ödememişti adi herif ben de onu bir güzel bıçakladım hem de evleneceği günden bir gün önce. İnanın ban beni kızdırmak istemezsiniz. Her neyse bunun bir hata olduğunu bu halkı tanıdıktan sonra anladım ve borcumu ödemek için bu güne kadar binlerce kişi öldürdüm ve bugün borcumu tamamen ödedim. Bizanslı 12. ordu komutanı Ilyus sağolsun. Yine de bu insanlara kanım kaynadı. Liderleri oldukça başarılı ve ahlaklı birisi ve şimdiye kadar defalarca denenmiş ve başarılamamış bir şeyi tekrar deneyecek.Hem de 18 yaşında... Kim bilir belki savaşa katılırım. Hasan ile girdiğimiz surlara kimin en önce bayrağı dikeceği konusundaki iddiayı kimin kazanacağını da merak ediyorum. Benim için pek zorlayıcı bir görev değil, sonuç şimdiden belli sayılır…
* Ne nefesim sıcaktı ne de ellerimin ısıtılmaya ihtiyacı vardı.
** Dostum kelimesini pek sık kullandığımı fark etmişsinizdir. Dostum olmayanları mezara yollamaktaki üstün başarılarım göz önüne alınınca bu dünyada pek düşmanım kalmadığını tahmin edersiniz. Bu yüzden gönül rahatlığı ile herkese dostum diyebiliyorum.
0 Kişi Düşüncesini Belirtti:
Yorum Gönder